1984-1989 yılları arasında komünist Bulgar iktidarının Bulgaristan’daki Türk toplumunu silip süpürmek için giriştiği “Yeniden Doğuş” kampanyasına karşı sesini en çok yükselten, orada baskılara maruz kalan soydaşlarına cesaret vermeye çalışan Türk..
1984-1989 yılları arasında komünist Bulgar iktidarının Bulgaristan’daki Türk toplumunu silip süpürmek için giriştiği “Yeniden Doğuş” kampanyasına karşı sesini en çok yükselten, orada baskılara maruz kalan soydaşlarına cesaret vermeye çalışan Türk gazeteleri arasında TERCÜMAN şerefli bir yer tutmuştur. Çaldıkları minareye kılıf uydurmaya çalışan Bulgar komünistleri de kendi basın yayın organlarında ona cevap yetiştirmeye çalışmıştır.
Daha orada iken dikkatimi çeken bazı gazete yazılarını kesip arşivime koymuştum. Olaylar, Bulgar makamlarının beklentileri yönünde gelişmeyip bize de göç etme fırsatı doğunca bu gazete küpürlerini yanımda getirdim. Şimdi orada veremediğim cevapları burada yazmaya çalışıyorum. Bu yazıma başlarken Tercüman gazetesinin o zamanki sahibi merhum Kemal Ilıcak’ı da rahmetle ve minnetle anıyorum, zira o, Bulgaristan Türk’ünün sesini duyurabilmek için Türkiye’deki göçmen derneklerine de elinden geldiğince maddi ve manevi desteklerde bulunmuştu
Bu yazımda ele almak istediğim konu Bulgaristan’da uzun zaman Türkçe olarak yayınlanan, 1984 yılından itibaren de Bulgar dilinde yayınlanan Yeni Işık (Nova Svetlina) gazetesinin 6 Haziran 1989 tarihinde, TARİHÎ KANITLAR YALANLIYOR başlığı ile yayınlanan ve benim üniversiteden hocam Doçent (daha sonra Profesör) Emil Boev’in imzasını taşıyan yazıdır. Bazı kişiler bu eski yazının yeniden gündeme getirilmesini anlamsız bulabilirler, ancak ben öyle düşünmüyorum zira yazıda bazı gerçekler şiddetle çarpıtılmıştır ve olaylara bazı bilim adamları da alet edilmiştir. Ben Türkiye’ye geldiğimde bu yazıyı tercüme etmiş ve bazı tarihçilere cevap versinler diye sunmuştum fakat cevap vermek isteyen olmadı. Şimdi emekli bir edebiyat öğretmeni olarak zamanında verilmeyen cevapları vermeye çalışacağım, zira zamanın komünist yöneticileri bazı bilim adamlarını da kendi kirli işlerini örtbas etmek için siyasi baskılarla kullanmaya çalıştılar. Böyle baskı görenlerden biri de benim hocam ve söz konusu makalenin sahibi Türkolog Prof. Emil Boev’dir.
Makalenin başlığı büyük harflerle yazıldıktan sonra şu alt başlıklara yer verilmiş: YİNE SAHTEKÂRLIKLAR, KANITLAR BAŞKA SÖYLÜYOR, TERCUMAN’IN BULGARİSTAN’A YÖNELİK SÖNMEYEN KÖTÜLEME HEVESLERİ, TERCUMAN NE ZAMAN DOĞRU SÖYLÜYOR? Bu alt başlıkların yanı sıra Tercüman gazetesinin BULGARİSTAN’DAKİ TÜRKLÜK başlığını taşıyan sayfasından ve Prof. Dr. İsmail Hami Danişmend’in TARİHİ HAKİKATLER kitabının üst kapağından birer fotokopi de verilmişti.
Yazının giriş kısmında siyah punto harflerle yazılanları buraya aktarıyorum: “İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra farklı sürelerle, bazen daha sık, bazen daha nadir olarak “Türk mirası”, “Türk Hâkimiyeti” ve genellikle Osmanlı İmparatorluğunun sahip olduğu eski topraklardaki ‘Türkler’ için makaleler, broşürler ve kitaplar ortaya çıkmaya başladı. Komşumuz Türkiye’deki bazı kesimlerin bu fikirleri, tarihi gerçeklerle ilgisi olmayan bazı iddiaların öne sürülmesine temel oluşturmasaydı, belki dikkatimize mazhar olmazdı.”
Bu giriş paragrafından anlaşılan o ki, komünist Bulgar makamları İkinci Dünya savaşından sonra Türkiye’de Eski Osmanlı topraklarında kalan mirastan ve Türklere dair yayınların yapılmasından çok rahatsız olmuşlardır. Niçin? Çünkü tarihi gerçeklerle ilgisi olmayan bazı iddiaların öne sürülmesine sebep oluyorlarmış. Peki, iddialar kimleri bu kadar ilgilendirir? Herkesten çok Balkanlarda akrabaları olan Türk vatandaşlarını ve onların eski vatanda bıraktıkları akrabalarını ilgilendirir. Bir de bu tür yayınlar Dünya kamuoyu önünde Bulgar tezlerini engelleyecektir, Bulgaristan’daki Türklerin kafasını bozacaktır. Asıl amaç, orada zorla Bulgarlaştırılmakta olan Türkleri “bu tür zararlı yayınlardan” tecrit edip korumaktır.
Daha sonra yazı normal harflerle şöyle devam ediyor: “İşte şimdi “BULGARİSTAN’DA TÜRKLÜK” başlığıyla Tercüman’da yeniden altı sayılık bir dizi görüyoruz. Bu sorunun cevabını aslında Osmanlı döneminin gerçeklerini yansıtan terimleri, bilgileri ve tahlilleri içeren yine Tercüman’ın müstakil yayını olan İsmail Hami Danişmend’in 2 ciltlik TARİHİ HAKiKATLER kitabında buluyoruz. Evet, sohbetimiz tarafsızlıktan yoksun veya kötü niyet sahibi bazı müelliflerce yarı gerçeğe veya yalana dönüştürülen tarihi gerçekler üzerinedir. Yukarıda sözünü ettiğimiz dizi imzasızdır. Bu da gazete yayın kurulunun materyalin içeriğini kabul ettiğini ancak telif sorumluluğunu yüklenmediğini gösterir. İki ciltlik Tarihi Hakikatler kitabı İsmail Hami Danişmend’e aittir ve onun üzerinde yorum yapmak isteyenler olumlu veya olumsuz görüşlerini doğrudan doğruya müellife yöneltebilirler.
Başka halklardan kopuk yaşamış olan bazı halkların kendine has kültürlerinin dahi dikkatle incelendiklerinde çok eski veya daha yeni dönemlerden kalma yabancı unsurlar içerdiği tespit edilebilir. Kültürlerin karşılıklı olarak iç içe giriştikleri reddedilemez bir genel kural ve gerçektir. Balkan yarımadası ve Anadolu çok eski zamanlardan beri halkların göç kavşağı olmuşlardır. Bu iki bölge halklarının manevi ve maddi kültürlerinde bazı ortak çizgilerin bulunması gayet doğaldır zira onlar arasındaki ilişkiler derece ve yön farklılıklarına rağmen uzun süreli olmuşlardır. O zamanki dünya halklarının arasındaki temasların karakterini değiştiren Osmanlı Beyliğinin ortaya çıkmasından çok onun uzak ve yakın ülkelere yayılması olmuştur. İmparatorluklar o zamana kadar da vardı lâkin Osmanlıların dillerini, dinlerini, dünya görüşü ve hayat tarzlarını kabul ettirmelerindeki kabalık bakımından benzeri olmayan ve kitlesel zulmün başlangıcı olarak nitelendirmek mümkündür ki, böylelerine daha sonra Amerika, Afrika ve Asya halkları tanık ve kurban olacaklardır.
Osmanlı hükümranlığının karakterine, Osmanlıların hâkim niteliklerine, onların ahlâk ve mantalitesine dair ağır hükümlerini sadece Dünya bilimi değil, yakın ve uzak ülkelerdeki halklar da belirtmişlerdir. Sabık Osmanlı topraklarındaki halklar arasında sorunlara dönüşen Osmanlı izlerinin silinmesi için her halde uzunca bir zaman geçmesi gerekecektir.
Osmanlı hâkimiyetinin sonuçları özellikle komşuları veya önemli askeri stratejik ve ekonomik merkezlere yakın olanlar için çok ağır olmuştur. Onlara karşı ardıcıl bir şekilde bütün araçlarla Osmanlılaştırma politikaları uygulanmıştır. Bütün bunların hedefi sağlam bir arka ve güvenli bir çevre yaratmaktı.
Balkan halklarının kurtuluşundan ve devletlerinin ihyasından sonra Osmanlı devletinin varisi çağdaş Türkiye ile ilişkilerinde istikrar sağlanamamıştır. Cumhuriyet Türkiye’sinde eskiden kalma EMPERYAL İDDİALAR bitmedi ve belirli çevreler yabancı topraklardan kendi topraklarıymış gibi, başka ülke halklarının bazı gruplarından da (Kastedilen Bulgaristan Türkleridir- not çev.) kendi halkındanmış gibi bahsetmeye devam ettiler. Tercüman’ın işte bu çevrelerin kürsüsü haline geldiği dikkat çekmektedir k,i onların gözünde hayalle gerçek arasına eşitlik işareti vardır. Megalomani ile karışan bu hayal, daha sonra Bulgar halkı ve devletine karşı bazı iddia ve isteklere dönüşmüş olup Türk halkı içinde enine boyuna yayılmakta ve ülkeler arasındaki ilişkileri zehirlemektedir. BULGARİSTAN’DA TÜRK VARLIĞI dizisinde çok anlamlı bir alt başlığa yer verilmiş: “Beş Yüz Yıllık Bir Mirasın Hikâyesi”. Gazeteye göre Osmanlılar Bulgaristan topraklarına neler getirip neler bırakmışlardır? İlkönce yoruma ihtiyacı olmayan bazı saçma iddiaları hatırlatalım: “Ekonomi gelişiyordu fakat Bulgarların kültürüne dokunulmamıştı.”, “Türkler Bulgaristan’a adalet ve kültür getirmişlerdi.”, “Osmanlılar hâkimiyetlerindeki bütün vatandaşlara olduğu gibi Bulgarların da dinine, diline, gelenek ve göreneklerine karışmamışlardı. “Ayrı mahallelerde oturan Türklerin Bulgarlara baskı yapması söz konusu değildi.”
Bir başka iddia da Bulgaristan topraklarındaki “Türklük” ve “Türk Varlığı” ile ilgili sorunlar yumağına dairdir. Yirminci yy. başlarına kadar “Türk” sözünün halk adı değil de bir sosyal grubun adı olduğunu büyük Fransız Türkoloğu Jean Deny yazmıştır. (Filologiae Turcicae Fundamenta,1959) Bu dönemde yazan çok sayıda Türk yazarı o zamanlarda Türklük bilinci olmadığını ve Osmanlıların sıradan insanlara kinle baktığını ve onlara “Türk dediğini” yazar. Devlete Osmanlı denildiği gibi hâkim halka da aynı adın verildiği ve resmi dilin de Osmanlıca olduğu mutlak bir gerçektir. Balkanlarda Türk deyince Müslümanlar anlaşıldığına göre (Kızılbaşlar bunun dışındadır) Balkan Müslümanlarına Türk adını vermek ALDANIŞ VE TARİHSEL BİR ANACRONiZMDİR. Balkanlardaki Müslümanlar nasıldır ve onlardan bazıları nasıl bir Türkçe ile konuşur? Sorusunun cevabını Tercüman yayını olan İsmail Danişmend’in “Tarihi Hakikatler” kitabında buluyoruz. (Bu arada İsmail H. Danişmend’in kısa biyografisi, önemli sözlükler yazmış olan iki Osmanlı aydını olan Ahmet Vefik Paşa ile Şemsettin Sami’nin kısa biyografileri takdim edilmiştir. Sonra da İsmail Hami Danişmend’in söz konusu makalesinden bir kısmı Bulgarca olarak sunulmuştur. Biz Türkçeye çevirerek sunuyoruz- İ.C.)
“Şemseddin Sami Merhum Kamus-u Türki’sinde “Çitak” kelimesini şöyle anlatır: ‘Lisanı çetrefilce olan Rumeli Türklerine verilen isimdir.’ O kıymetli lügatçinin bu tarifine herhalde Ahmet Vefik Paşa merhumun Lehçe-i Osmani’sindeki şu tarifi kaynak kabul etmiş olması gerekir. ‘ Lisanı çetrefil olan Rumeli Türk’ü.’ Halbuki Çitaklar Türk değildir. Osmanlı hâkimiyeti devrinde dil bakımından Türkleşmiş Rumeli unsurlarının hepsine “Çitak” denir. Bunların Türk dilini kabul etmeleri de Müslümanlığı kabullerinden dolayıdır. Eski Osmanlı Şeyhülislâmlarının muhtelif tarihlerde çıkardıkları bazı fetvalarda Rumeli mühtedilerinin “Lisan-ı İslâm olan Türk dilini ve Türkçe konuşmaları hakkında şeri hükümler vardır. Bu hususta muhtelif padişahların fermanlarına da tesadüf edilir. Türk dilinin Balkanlara yayılıvermesinde en mühim sebepler işte bunlardır.
Fakat Sırpların, Bulgarların, Ulahların, Arnavutların ve Yunanlıların Türk dilini Türkler gibi telâffuz etmeleri tabii kabil değildir. Bir dili bilmek başkadır, telâffuz etmek başkadır. Türklerin Türkçe konuşan Rumeli unsurlarına “Çitak” demeleri işte bundandır. Yani “Çitak” demek, Türk olmadığı için Türkçeyi yanlış telâffuz eden Balkanlı demektir. Bunların birçokları hem Osmanlı yıllarında hem Cumhuriyet devrinde bugünkü Türkiye’ye gelip yerleşmişler ve tabii o çetrefil telâffuzlarını da beraber getirmişlerdir. Bu nahoş vaziyetin ilk tesiri yeni imlâda görülmüş ve imlâdan da konuşma dilimizin telâffuzuna intikal etmiştir. Meselâ şu yanlış kelimeler işte bu acı vaziyetin mahsulleridir: büyük, ülke, usanmak, kayısı, sarımsak, kötürüm, İstanbul, kuzey, hükümet, açık seçik. Misal olmak üzere yalnız bir ikisini zikretmekle iktifa ettiğimiz bu yanlış ve çirkin kitap imlalarıyla telâffuzlarına gazetelerde, mecmualarda, kitaplarda ve hatta resmi yazılarda her gün tesadüf edilmektedir. İsmail Hami Danişmend’in son cümlesi pek alâmmettardır, zira onda Türklerin Balkanlılara ve onların “Türkçesine” karşı münasebetlerinin yansıması vardır. “Bu gerçek unutulmamalıdır, çünkü bir halkın vatanının korunması gerektiği gibi dilinin de korunması gerekir.” (İ. H. Danişmend)
“Bulgaristan Müslümanlarının menşeini açıklayan sadrazam büyük Mithat Paşa’dan alıntı yapmaya da gerek kalmamaktadır. Burada artık İSLAM’ı kabul edip Türkçe konuşan Bulgarlara verilen “Çitak” lâkabı söz konusudur. Türkçe’ye geçiş sürecinde ve iki dillilik döneminde ve Bulgarca ile Türkçenin karşılıklı etkileşimi (enterferans) sonucunda İsmail Hami Danişmend’in işaret ettiği ve “Çitakça” denen dil melezi ortaya çıkmıştır. Bu dil, bizim ve yabancı bilginlerin araştırma konusu olmuştur. Bazıları ona “Garip Türkçe” demekte, 1927 yılında ise Sovyet türkoloğu N. K. Dimitrov, çok doğru olarak ona “Türk-Bulgar Diyeleği” demiştir. Yaklaşık otuz yıldan beri biz de Bulgarların Türk-Bulgar ağızlarını araştırıyoruz ve onun (Çitakça’nın- Çev.) oldukça geç bir zamanda Bulgar halkı ve dili sınırları içinde ortaya çıkmış olduğuna inanıyoruz. Osmanlı varislerinin, Osmanlı baskılarının kurbanlarına ve onların mirasına dair iddialarının daha ne kadar devam edeceğini merak ediyoruz. Bu miras Türk mirası değil, Bulgar kültürü ve tarihi mirasıdır.”
Doçent Emil Boev
Bu yazı 1989 senesinde Bulgar basınında ve özellikle de Türkler için Bulgarca çıkan NOVA SVETLİNA gazetesinde yayınlanmıştır. Zamanında Tercüman gazetesinde bu yazıya cevap verilip verilmediğini bilmiyoruz, ancak cevap verilmesi gereken bazı bilimsel sorunlar ve terimler güncelliklerini bugün de korumaya devam etmektedirler. Bir kere Tercüman’da olsun, Nova Svetlina gazetesinde olsun, Türklükle ve Bulgaristan Türkleri ile ilgili yazılara ağırlık verilmesinin nedeni her şeyden önce 1984-1989 yıllarında Komünist Bulgar iktidarının oradaki Türkleri en ağır baskılara tâbi tutarak kimliksizleştirmeye ve eritmeye çalışmasıdır. İletişimin bu denli gelişmiş olduğu bir çağda böyle girişimlerin asla tutmayacağını Bulgar komünistleri çok ağır fatura ödedikten sonra anlamışlardır.
Bu yazıda cevap verilmesi gereken konuları 3 grupta toplayabiliriz. 1. Bir bilim adamının eliyle Bulgar komünist ideologlarının Türk kamuoyuna yönelttiği mesajlar. 2. Büyük sözlükçü Şemseddin Sami’nin “Çitak” sözüne dair açıklamaları. 3. İsmail H. Danişmend’in Çitaklara ve Kıpçak kökenli Türkçe kelimelere dair düşünceleri. Bu üç grup arasında suçlama ve iddialar yönünden birinci grup ağır basmaktadır. Bu grupta yöneltilen suçlamalara kısa kısa cevaplar vererek görevimizi yapmağa çalışacağız. Tercüman gazetesinde “Bulgaristan’da Türklük” diye atılan yazı başlığı dahi Bulgar komünistlerinin hoşuna gitmemiştir, zira onlara göre 1984-1985 yıllarında Türk adlarının Slav-Hristiyan adlarıyla değiştirilmesinden sonra orada ne Türk ne de Türklük kalmıştır. Onlar iki hafta içinde komünistlerin sihirli süngeriyle silinivermiş ve yok sayılmıştır. Üstelik Bulgar komünistlerine göre Tercüman gazetesi “sahtekârlıklar yapıp, yalan söylemiştir; sürekli Bulgaristan’ı kötüleme hevesinde olmuştur.”
Giriş paragrafında Osmanlının terk ettiği topraklarda kalan “Türkleri” ele alan makale, broşür ve kitapların ortaya çıkması, komşu “Türkiye’deki bazı çevrelerin fikirleridir ve tarihi gerçeklerle ilgisi olmadığı için yazarın dikkatine mazhar olmuştur. Üstelik yazarın imzası verilmediği için gazete yayın kurulu bu yazının içeriği ile razıdır, fakat yazar sorumluluğunu kabul etmemektedir. Bazı yazarlar nesnel ve iyi niyetli olmadıkları için kimi gerçekleri yarı gerçeğe veya yalana dönüştürmektedirler.”
Biz, yazı dizisini görmediğimiz için Tercüman’ın hangi “yalanları” yazdığını bilmiyoruz, ancak minareyi çalan komünist Bulgar hırsızlarını çok kızdırdıkları belli. Oysa İsmail Hami Danişmend’in TARİHİ HAKİKATLER kitabını okusalardı, Balkanlar’daki “Türklerin” kimler olduklarını bilecekler ve soykırımcı Bulgar komünistlerine baş eğmeyecek, sus pus kesileceklerdi.
Tercüman’ın dizisinde yer alan ve Emil Boev’in hoşuna gitmeyen iddialardan (aslında efendilerininin hoşuna gitmeyen) biri “Türkler Bulgaristan’a adalet ve kültür getirmişlerdi” cümlesidir. Bu iddiaya cevap olsun diye kendi fikrimi değil, Osmanlı döneminde yaşayıp ona karşı yapılan Nisan 1876 Ayaklanmasının önderlerinden biri olan “Zapiski Po Bǎlgarskite Vǎstaniya” kitabının yazarı Zahari Stoyanov’un İvan Haciyski tarafında alıntılanan cümlelerini aktarıyorum: “Türk hükümeti bütün moralsizliklerine rağmen, çeşitli zabit, ayan, çorbacı, hattâ kendine tâbi prenslerin keyfî zorbalıklarına karşı bile halkın yanında olmuştur. Hangi dine veya milliyete mensup olduğuna bakılmaksızın, halktan gelen en ufak bir şikâyet sonucunda çok sayıda paşa ve kaymakam görevden alınıp kovuluyordu. Bir zabitin kovulması için sadece bir mahzar gönderilmesi yeterliydi. Tırnova kadılarının korkulu rüyası kendileriyle oyuncak gibi oynayan birkaç Bebrovo müzühüriydi.” (İvan Haciyski, Optimistiçna teoriya za naşiya narod” s. 304) Resmî komünist Bulgar tarihçileri, gerçeği yazan kendi yazarlarının bu tür yazılarını hep hasıraltı etmeye çalışarak Bulgarların beyinlerini gerçeklerden uzak tutmaya çalışmışlardır.
Yazıda devamla tarihi süreçte halklar arasında karşılıklı etkileşim olduğu belirtildikten sonra, başka imparatorluklara nazaran Osmanlı idarecilerinin kendi din, dil, gelenek ve göreneklerini kabul ettirmek için en ağır baskıları yaptığı ve “bunun dünyada daha sonra ortaya çıkan kitlevî baskıların başlangıcı olduğu” da söyleniyor. Baskısız başka ülkelerin elde edilemeyeceği doğrudur, lâkin Batılı sömürgecilerin geçtiği yerlere de bakmak gerekir. İngiliz ve Fransızların 5-6 yüzyıl değil, 40-50 yıl boyunca kaldıkları ülkelerin bugün bile resmî dilleri İngilizce veya Fransızcadır. Onların yaptıklarını Osmanlılar da yapabilirlerdi, ama sadece bir vergi almakla yetindiler. Hristiyanların ne kiliselerine ne de okullarına girdiler, ne de oralarda ne yaptıklarına baktılar. Bunu ben değil, Bulgaristan’ın en büyük sosyoloğu İvan Haciyski yazıyor: “Türk feodalleri, dinleri, dilleri ve hayat tarzlarıyla Bulgarlara yabancı kaldıkları için, onlardan uzak yaşamışlar, hiçbir zaman din, bilim, eğitim, edebiyat ve diğer manevi araçları kullanarak olağanüstü sınıf otoritesi yaratıp halkta “Tanrı tarafından” gönderilen idarecilerine karşı ruhsal bir itaatin temelini oluşturmaya çalışmamışlardır. Oysa eski Bulgar boyarları asırlarca idareci sınıf olarak kalsalardı, böyle bir şey mutlaka olurdu. (İvan Haciyski, “Optimistiçna teoriya za naşiya narod” 1974, Sofya s. 310) Bulgar milliyetçilerinin unuttuğu bir gerçek var: asimilâsyon (benzeşme) denen olay benzer topluluklar arasında daha hızlı ve kolay gerçekleşir. Bulgarlar, beş asır boyunca Türklerin değil de Sırp, Yunan veya İngilizlerin hâkimiyetinde bulunsalardı, kesinlikle çoktan tarihten silinirlerdi. Ancak Osmanlılarla ne dilleri ne de dinleri benzeşiyordu. İşte bu sebepten dolayı bu günlere ulaştılar. Çünkü Osmanlı onların yazdığı gibi asimilâsyon yapmadı, aksine onları kendi din ve kültürünün dışında tutarak adeta otantikliklerini korudu.
Makalenin bir yerinde 500 yıllık Osmanlı mirasıyla ilgili bazı tezler üzerinde yorum yapmaya lüzum dahi görülmemiş. Onlar üzerinde biz de durmuyoruz. Ancak bir yerde Fransız türkoloğu Jean Deny’den bir alıntı yapılarak Osmanlıda “Türk” teriminin bir kavim adı olmayıp, sosyal grup adı olduğu belirtilmiş. Bu iddiada biraz gerçek payı var ancak “Türk” kelimesinin çok anlamları olan bir kelime olduğu unutulmuş. Sosyal bir grubun adı olması sadece Osmanlı dönemine özgüdür. Balkanlardaki Müslümanların Türk olmadıkları tezini de kabul edemeyiz. Müslümanların arasında Türk kökenli olanlar vardır, olmayanlar vardır. Balkanlar’daki Müslümanlara Türklerden önce Batılılar “Türk” demişlerdir. Osmanlılar kendi devletine Devlet-i Aliye-i Osmaniye derken, Bulgarlar dahi Turska İmperiya, derlerdi. Balkanlardaki Müslümanlar, evlerinde Türkçe konuşuyorlarsa Türk’türler. Bu tartışılmaz bir gerçektir. Din, bir çırpıda (bir ıstavroz veya şahadet getirmekle) değişebilirken, bir anadil asırlarca ayakta kalabiliyor. Şimdi kalkıp da dünyadaki Türk kavimlerini ve boylarını, Türk dillerini ve lehçelerini yok mu sayacağız. Yaşlı başlı bir türkolog olan Hocam Emil Boev, kendi öğrettikleriyle çelişki içinde olduğunu fark edemiyor mu acaba?
Daha inandırıcı olabilmek için bizim sayın hocamız E. Boev, iki Osmanlı ve Türk aydınının kitaplarına başvuruyor. Bu kişilerin dedikleri daha yukarıda verildiğinden üzerlerinde şimdilik durmuyoruz, ancak daha sonra ele alacağız. Şimdi birinci grup iddialarını irdelemeye devam edelim. İ. H. Danişmend’in son cümlesi ile ilgili değerlendirmesinde E. Boev “Türklerin Balkanlılara ve onların ‘Türkçesine’ karşı münasebetini bildirdiği için” alâmettar bulmaktadır. Yani onlar “Çitaktır” ve dilleri de Türkçe değil, “Çitakça”dır, yani dönmelerin dilidir. Bunlara şöyle cevap veriyorum. Türkler onları “Çitak” diye küçümsediler de Balkanlar’daki diğer yabancı milletlerin baskısından kaçan bu “Çitakları” bağırlarına niçin ve nasıl bastılar? Bu iddiada da bir çelişki var. Hem küçümsüyorsun hem gel gel ediyorsun. Bu ne biçim bir nefret?
Bir yerde “Bulgaristan Müslümanlarının kökenini açıklayan sadrazam Mithat Paşa’nın sözlerini alıntılamaya gerek duymuyorum” denmiş. Mithat Paşa, ne zaman, nerede ne demiştir anımsatalım: 1878 yılında Paris’te çıkan “La revü siantifik de la Frans e de l’ etrange” dergisinde Bulgaristan Türklerine dair bir makalesi basılan Mithat Paşa ezcümle şöyle demiş: “Bulgarların arasında bir milyondan fazla Müslüman var. Bunlara Çerkezler ve Tatarlar dahil değildir. Bu Müslümanlar düşünüldüğü gibi Asya’dan gelmemişlerdir. Bunlar yine aynı Bulgarların Fütuhat zamanında ve daha sonraki yıllarda İslâmlığı kabul etmiş bakiyeleridir. Onlar, aynı bu ülkenin, aynı ırkın, aynı bu kuşağın evlâtlarıdır. Bunlar arasında bir kısmı da Bulgarcadan başka dil konuşmamaktadır.”
Bu alıntı Bulgaristan Türklerini eritme kampanyası (1984- 1989) döneminde çok sık kullanılmış, resmî kuruluşlarda göz dokunacak yerlerde sergilenmiştir. Boğulanın yılana sarıldığı gibi büyük reformcumuzun bu bulunmaz kumaşına sarılan Bulgar komünistleri, basın-yayın organlarında, risale ve kitaplarında bu alıntıyı sık sık kullanmışlardır. Ancak bu yazıyı iyi analiz etmedikleri de ortadadır. Mademki söz konusu Müslümanlar, Osmanlı zamanında Müslümanlaşmış Bulgarlardır, bunların neden çoğunluğu Türkçe (Çitakça) konuşuyor da bir kısmı halâ Bulgarca konuşuyor? Bu Bulgarca konuşmakta ısrar edenler geri zekâlı mıydı da Türkçe öğrenemediler? O zaman Bulgarca konuşan Pomaklar bugün de Bulgarca konuşuyorlar. Demek ki, büyük Mithat Paşa’nın da bilmediği veya bilemeyeceği başka gerçekler vardı ortada. Ancak onun yaşadığı tarihlerde Osmanlı ve Avrupa tarihçileri kuzey Türklerinden Peçenek, Uz (Oğuz) ve Kuman (Kıpçak) denen kavimlerin 10.-13. asırlarda Tuna’yı geçip Bizans topraklarına yerleştiklerini henüz öğrenmemişlerdi. Osmanlılardan önce oralara gelip yerleşen Hristiyan Türkler hakkında komünizm döneminden önce Bulgar tarihçilerinden Vasil Zlatarski, Petır Mutafçiev ve Çek bilgini Konstantin İreçek gibi kapasiteler yeterince yazdı, ama Bulgar komünist araştırmacılar onları es geçmeyi tercih edip kendi niyetleri doğrultusunda başka kanıtlar aradılar. Buldukları zamanlarda da onları çarpıtarak açıklamaya çalıştılar.
Bu konuda daha çok şeyler söylenebilir, ancak bir gazete yazısında buna imkânımız yoktur.
NOVA SVETLİNA gazetesinde yayımlanan yazının son cümlesi şöyledir: “Bu miras Türk mirası değil, Bulgar kültürü ve tarihi mirasıdır.” Yani Bulgaristan’da Türk mirası diye bir şey yoktur, zira Türk sanılan kişiler aslında Bulgar dönmesidir, denmek isteniyor. Zaten bütün etnik temizlik kampanyası esnasında resmî ağızlar, yabancılara bu tür cevaplar vermeyi tercih ettiler. “Bulgaristan’da Türkler yaşamadı ve yaşamıyor. O sizin Türk sandıklarınız Türk değil, Müslüman Bulgarlardır.” Tepedekiler böyle emretmişlerdi. Devlet sofrasından yiyenler bu emre uymazlarsa açlıktan öleceklerdi veya ceza yiyeceklerdi. Oysa Hocamız Emil Boev de etnikliğin en önemli belirtisinin dil olduğunu, anadilinin kolayca unutulamayacağını çok iyi biliyordu. Lâkin komünistler, bu bilginden öne sürdükleri tez için kanıtlar bulmasını istemişlerdi. O da kendi bildikleri ve inandıkları hilâfına hareket ederek İ. Hami Danişmend’in “Türkçeye Musallat Olan Çitakça” başlıklı yazısını kullandı.
Aslında çok hazırlıklı bir Türkolog olan Emil Boev, Bulgaristan’daki Türklerin ne zaman, nereden geldiklerini bir dil uzmanı olarak çok da iyi bilir. Hatta onun yönetiminde Sofya Üniversitesi’nin Şarkiyat Kürsüsünde çok başarılı ağız araştırmaları yapılmış, diploma tezleri ve monografileri yazılmış, “Bulgaristan’daki Türk Ağızlarının Atlası” dahi hazırlanmıştır. Sofya Üniversitesinde Türk Diyalektolojisi ve Mukayeseli Türk Dilleri Gramerini okutan Hocamız birçok Türk Dili uzmanının yetişmesine katkı sağlamıştır. Bu satırların yazarı da Deliorman Türkçe ağızlarından birine dair 350 sayfalık diploma tezini onun bilimsel rehberliğinde hazırlamıştır. Hocamız birkaç yıl da Şumen Konstantin Preslavski Üniversitesinde, Plovdiv Üniversitesi Türkoloji bölümünde de Türkçe uzmanları yetiştirmeye devam etmiştir.
Ancak Bulgar Komünist Partisi’nin Bulgaristan Türkleri siyasetinde yaptığı 180 derecelik dönüş, üniversitedeki Türkoloji çalışmalarını sekteye uğratmış ve orada çalışanları ve yüzlerce Türkçe öğretmenini mağdur etmiştir. Yazının yayınlanış tarihi Türklere yapılan baskı döneminin son yılıdır (1989) ve Büyük Göçün yaıldığı Haziran ayıdır. Aynı yılın Mayıs ayının son haftasında Türklerin protesto yürüyüşleri başlamış ve bazı Türkler ülke dışına sürülmüş, sonra da Türkiye’ye gelmişlerdir. Oysa bu tür yazılar 1985 yılı başından itibaren 1989 yılına kadar yoğun bir şekilde Bulgar basınında yer almıştır. Bu yazının eritme kampanyasının başında veya ortasında değil de sonunda yazılmış olması bize bir zorlamanın ve zorunluluğun söz konusu olduğunu fısıldıyor. Bulgar komünistleri, o dönemde Türkiye ve dünya kamuoyunun tepkisinden son derece rahatsız olmuş ve haklılığını kabul ettirebilmek için her türlü vasıtaya hatta şantajlara başvurmuşlardır. Birçok bilim adamı da bu zorlamaların kurbanı olmuştur. Türk göçü de hız kesmeden devam etmiştir.
Buraya kadar bir Bulgar bilim adamının tezleri ve antitezleriyle ilgili düşünce ve mülâhazalarımızı bildirdik ve bunlar birinci gruptaki iddialarla ilgiliydi. İkinci grupta ele almak istediğimiz konu “Çitak” terimi. Merhum profesörümüz İ. H. Danişmend bu sözü “Çitak” olarak kullanmış da olsa aslı Çıtak’tır. Ünlü Osmanlı aydını ve sözlükçüsü Şemseddin Sâmi Fraşeri, KAMUS-I TÜRKİ’sinde ÇITAK şeklinde yazmakta ve anlamını şöyle açıklamaktadır: 1. Düzgün konuşamayan, dili bozukça olan Rumeli Türklerine verilen isim. Aynı sözlükte sözün diğer anlamları da verilmiş: 2. Geçimsiz, huysuz kimse. 3. Yabancı. 4. Dağda oturan, dağcılıkla geçinen. 5. Boynuzları düzgün ay şeklinde yuvarlak öküz. Görüldüğü gibi Şemseddin Sami, bu sözle ilgili olarak “düzgün konuşamayan, dili bozukça olan Rumeli Türklerine verilen isim”, diyor. Biz, büyük sözlükçünün bu açıklamasını şöyle anlıyoruz: “Çıtakça, İstanbul Türkçesine göre dili bozuk konuşan Rumeli Türklerine verilen isim.” Ş. Sami “Çıtaklar Türk değildir veya dönmedir” diye bir şey de söylemiyor. Oysa İ. H. Danişmend “Halbuki, Çitaklar Türk değildir.” diye yazmış. Bize göre kelimenin aslı Çıtak’tır. Türk olmayanlar “Çitak” şeklinde telâffuz eder, yani ünlü uyumunu bozar. İ. H. Danişmend de kelimeyi gayri Türklerin telâffuz ettiği gibi yazmış veyahut da kendi de öyle telâffuz etmiş.
TDK’nın 2005 yılında yayınladığı TÜRKÇE SÖZLÜK’te Çıtak sözü için 1. “Dağda yaşayan ve geçimini odun satarak sağlayan kimse” ve 2. “Kaba, huysuz, kavgacı kimse” açıklamaları yapılmış. Başka açıklamalar yapılmamıştır.
Peki, konuyla ilgili başka kaynaklar ne diyor, bir de onlara bakalım. 1894 senesinde Bulgaristan’a kaçan, uzun zaman Rusya Türk topluluklarında kalan ünlü Türk toplumcu ve siyasetçisi Fahrettin Erdoğan 1998 yılında yazdığı ve Kültür Bakanlığı yayını olan “Türk Ellerinde Hatıralarım” adlı kitabın 9. sayfasında şöyle yazıyor: “Bulgaristan’ın doğu dolaylarında birtakım Türkler daha vardır ki, bunlara da Çıtaklar ismi verilir. Bunlar da Türkistan bozkırlarından gelerek buraya (Bulgaristan’a- İ.C.) yerleşmişler. Çıtak adı başlarına beyaz bağladıkları için, Anadolu’da başa sarılan sargıya çit adı verildiğinden bunlara da ‘çiti ak > çıtak adı verilmiştir.” Burada sözün etimolojisine açıklık getirilmeye çalışılmış ve yine Türk oldukları vurgulanmış.
Yukarıda verdiğimiz örneklerde ÇİTAK ve ÇITAK şekilleriyle karşılaştık. Şimdi zaman içinde biraz geriye dönerek ünlü gezginimiz Evliya Çelebi’nin yazdıklarına bakalım. 1640 yılında Uzi eyaletini (Bugünkü Dobruca) gezen E. Çelebi bura ahalisinin Gacal ve Çıtaklardan oluştuğunu yazar. Kimdir bu Gacallar? Ülkemizde bu kelime “yerli” anlamında kullanılır. Dobruca’da Türk köylerine yeni yerleştirilen Bulgarlar da yerli Türklere Gacal diyorlardı. Demek ki, Gacallar yerleşme tarihi unutulmuş olan eski sakinlerdir. Çıtak kelimesi, Gacal sözüyle birlikte ve ona karşıt olarak kullanıldığına göre sonradan gelip karışanlar için de kullanılmış olabilir. Evliya Çelebi’nin Dobruca Çıtaklarına dair yazdıkları bizi biraz olsun aydınlatabilir: “Yıldırım Bayezit bu diyarı Bulgar, Eflâk ve Boğdan halkı elinden alıp Tatar ile Anadolu halkından asker yerleştirdi. Bu askerlerle Eflâklıların karışmalarından bir nesil ve bir lisan meydana geldi. Birbirileri arasında konuşurlar herkes anlayamaz. Bu kelimelerden bazıları şunlardır: heşer, heşerka, çoğaç, kalayık, kavra, paytal, akat, kopayın, napayın, defke, çalma, meçkili, börk, ön beni, aytmak, köyen, geremek, selâm ayendem, çorbacı, tahirlemek, yund, urp, çidi, vb. (M. Zıllioğlu, Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Ankara, 1976, c. 3-4, 965,) Aynı eserin 951. sayfasında da şunları okuyoruz: “Bunlardan başka Dobruca kavimleri de vardır. Bunlar Tatar, Bulgar, Eflâk ve Boğdan’dan karışık Çıtak kavimleridir. İlkin Orhan Gazi evlâdı Süleyman Paşa askerlerinden oluşmuştur. Ondan sonra Yıldırım Bayezit Han buralara Tatarları yerleştirmiştir. Anneleri Bulgar, Eflâk ve Boğdan olup, bunlar orada bir gün Çıtak kavmi olmuşlardır.”
Bu alıntılardan şunları anlıyoruz. 1. Çıtakların memleketi Dobrucadır. 2. Bura halkı Türk soyundan olan Tatarların, Anadolu’dan gelen askerlerin, Bulgar, Eflâk ve Boğdan kadınlarının karışmasıyla melez Çıtak kavmi oluşmuştur. 3. Burada konuşulan dil herkesin anlayamadığı bir Türk ağzıdır, çünkü E. Çelebi’nin verdiği örneklerin büyük çoğunluğu (23 kelimeden yirmisi) Kuzey Türk (Kıpçak) kökenli, 2-3 tanesi de gayri Türkçedir. “Çitakça” Sovyet Türkoloğu N. K. Dimitrov’un dediği gibi “Türk-Bulgar” diyeleği değildir. 4. Çıtak sözü Sayın Boev’in iddia ettiği gibi İslâmı kabul etmiş olan ve Türkçe konuşan Bulgarlara verilen bir lâkap değil, Tatar, Anadolu’dan gelen Türk ve yerli unsurların kadınlarının (Eflâk, Bulgar ve Boğdan) karışmasıyla oluşan bir melez oluşumunun adıdır. Çelebi’nin Bulgar dediklerinden de Slav-Bulgarı değil, Hristiyan Türkleri, yani Gagauzları anlamamız gerekir, zira o, Hristiyanlıklarından dolayı Gagauzları Bulgar sanmıştır. O halde Çıtak denen melez grubunun içinde Türk unsurlar ağırlıktadır. Evliya Çelebi’nin Çıtaklara dair söyledikleri İsmail H. Danişmend’in “Çitak” demek Türk olmadığı için Türkçeyi yanlış telâffuz eden Balkanlı demektir” iddiasını da çürütmektedir. 5. Çıtak ve Çıtakça sözleri Evliya Çelebi tarafından 17 yüzyılda tespit olmuşlarsa da ortaya çıkışları 15 veya 16. yüzyıllarda olabilir, yani Prof. E. Boev’in sandığı kadar geç ortaya çıkmamışlardır. Önce eski Türk yurdu Dobruca’da kullanılıp daha sonra Balkan Türklerine ve Müslümanlarına teşmil edilmişlerdir.
Gele gele üçüncü grup sorularına geldik, yani merhum tarihçimiz İ. H. Danişmend’in TÜRKÇE’YE MUSALLAT OLAN ÇİTAKÇA” makalesine. Çitak ve Çitakça konusu uzunca bir makale yazmayı gerektirir. Biz yine de çok kısa olarak değinmeye çalıştık. Merhum profesörümüz kanıt göstermeden “Çitaklar Türk değildir” diye yazıvermiş. Daha yukarıda andığımız kaynaklarda onların Türk oldukları söylenmişti. İ. H. Danişmend onlara “mühtedi” de diyor, yani dönme olduklarını da iddia ediyor. İçinde böyle iddialar bulunan bir yazıyı Türk karşıtları kullanmaz da ne yapar!? 1877-1878 harbiyle başlayan ters göçlerde de kitleler halinde Anadolu’ya koşan Balkan göçmenlerine bu ad reva görülmüş, nedeni Türkçeyi İstanbullular gibi düzgün konuşmamalarıdır. İstanbullulara göre dilleri “çetrefildir”. Diğer Türk halkları açısından da İstanbul Türkçesi çetrefil olmalıdır. Balkanlardan gelen bu kişilerde yalnızca dönmeleri görmek büyük bir haksızlıktır. Tuna Bulgarya’sını kuranlar (Asparuh Bulgarları) dahi R-li Türkçe konuşurlardı. Türkçeyi oralara götürenler arasında Karadeniz’i kuzeyden dolanıp Balkanlara yerleşen Türklerle, sonra da Anadolu’dan gelip oralara yerleşenlerdir. Bu kuzey ve güney Türk unsurları bir kısım gayri Türklerle de veya çatılmış karışmış, yani çitilmiş unsurlardır ve dilleri de yine çoğunlukla Türkçe kelimelerden oluşmuştur. Beş yüzyıl boyunca oralarda kaldıktan sonra Osmanlı devletine ve sonra da Türkiye’ye göçenler çoğunlukla Türklerin ahfatlarıdır. Bunların arasında İsmail Hami Danişmend’in “Çitak” dediği bir kısım dönmeler de vardır. Ancak bilginimizin11. yüzyıl ortalarında Kuzey-doğu Bulgaristan’a yerleşen Türk boylarına (Peçenek Kıpçak ve Oğuzlar) dair bilgisi olmadığı da anlaşılmaktadır.
İ. H. Danişmend’in hoşuna gitmeyen durum ise “Çitakça’nın zavallı Türkçeye musallat olması!” Nasıl musallat olmuş? İstanbul Türkçesine bazı sözleri Anadolu’dakilerden daha farklı bir söyleyişle kazandırarak. Istambol’u İstanbul, ölke’yi ülke, hökümet’i hükümet, kaysı’yı kayısı, kütürüm’ü kötürüm, sarmısak’ı sarımsak yaparak mı, “şimal” yerine “kuzey” sözünü yerleştirerek mi? Geniş bilgi birikimine sahip olan profesörümüzün bu tavrına doğrusu ya çok üzüldüm. Ben, Bulgaristan’ın Dobruca ve Deliorman bölgesinde doğup yetişmiş bir insan olarak oralarda yaşlıların hâlâ Istambol, hökümet, yörük, kötürüm, gözel dediklerini çok iyi hatırlarım. Hatta Balkan ağızlarından başka Türk kökenli sözlerin de resmi Türkçeye kazandırılması taraftarıyım, zira Balkanlardaki Türklüğün Anadolu Türklüğünden de eski olduğuna inanıyorum. Türkçenin onlarca lehçesi şivesi ve ağzı var. Onlar Genel Türkçenin parçalarıdır. İstanbul ağzını konuşanlara göre öteki ağızlar çetrefildir. Onların konumundan bakınca da İstanbul Türkçesi) ağzı çetrefildir. Deliorman ağzındaki “geleerim, bekeerim bakǎrım” deyişleri, İstanbul ağzındaki “geliyorum, bakıyorum” deyişlerine göre Türkçenin en büyük kuralına, (vokal uyumu) daha uygundur ve daha kısadır.
Resmî dilleri zenginleştirme yollarından biri de ağızlardan kelimeler alıp yazı diline aktarmaktır. Böylece bazı unutulmuş Türkçe kelimeleri tekrar canlandırmış oluruz. Kuzey yoluyla gelip Balkanlara inen Türkler de sonuçta ata diyarı Orta Asya’dan çıkıp buraları vatan yapmış kavimlerdir. Anadolu üzerinden gelenlerle Balkanlarda birleşmişler, birbirleriyle nikâh ve dil alış-verişinde bulunmuşlar ve kaynaşmışlardır. Kalkıp da sözleri böyle ayrıma tabi tutup küçümsemek, dilimizin zenginleşmesine yarar sağlamaz. Bize göre Türkçeye asıl musallat olan onun ağızları değil, başka dil ailelerinden olan Arapçadır, Farsçadır, İngilizcedir. Osmanlı döneminde Türkçe, sıradan Türkler arasında dahi anlaşılmaz bir dil olmuştu. Rumeli’de ve Balkanlar’da yetişen Osmanlı aydınlarının dili, doğuda (Anadolu’da) yetişen aydınların dilinden daha kolay anlaşılan bir dildi. Sadece Ahmet Cevdet Paşa ile Ahmet Vefik Paşaların eserlerini okumak bu durumu görmeye ve anlamaya yetip de artar bile.
Bulgaristan’da yaşayan Türklerin Türkçesine musallat olan kişiler ise Bulgar komünistleriydi. Geçen asrın altmışlı yıllarında Bulgaristan Komünist Partisi, Türk kökenli parti kodamanlarını da kullanarak orada çıkan az sayıdaki gazete ve derginin Türkçesine Bulgarca bazı kelimeleri yerleştirmeye çalışmış, Bakanlar Kurulu söz birleşimini “ministerler saveti” diye yazdırmıştı. O zamanki yayın organlarından gün ve hafta adlarının Bulgarcalarını, toplum işlerinde sıkça kullanılan bazı Bulgarca kelimeleri kullanmalarını istiyordu. Örneğin “Bakanlar kurulunun şubat toplantısı yapıldı” cümlesinin “Ministerler savetinin fevruari plenumu yapıldı” şeklinde yazılması salık veriliyordu. Tabii bu Türkçemize yapılan bir tasalluttu ve bu girişimlerinde başarılı olamadılar. Ama bugün günlük hayatta Bulgaristan Türklerinin diline bir sürü Bulgarca kelime girmiş bulunmaktadır. Esas “Çıtakça” orada oluşmaktadır. Doçent Boev’in “Çitak” sözünün “Bulgar halkı ve dili sahasında oldukça geç” ortaya çıktığına dair iddiası da yanlıştır. Ünlü gezginimiz Evliya Çelebi daha 1640 yılında Dobruca Çıtaklarından söz ediyor. O bilgiyi görmezlikten gelmek ve E. Çelebi’yi anmamak komünist iktidarın ve yazarın da işine gelmektedir. Nereden baksanız bu yazının bilimsellikten uzak ve siyasi amaçlı olduğu açıktır.
Yazımızı burada sonlandırırken buna sebep olan hocamız Emil Boev’den komünist baskılarıyla işlediği konuları bir de demokrasi şartları altında tekrar ele alıp, neyin ne olduğunu objektif bir bakışla gerçeklere uygun olarak açıklamasını beklerdik. Maalesef felek onu aramızdan ayırarak beklentimizin yolunu kesmiş oldu. Ama müteveffa Hocamız Emil Boev’in bu yazısını Komünist iktidarın baskılarıyla yazdığını da çok iyi biliyoruz.
Yazan: İsa Cebeci
İ.C.
YORUMLAR (İLK YORUMU SİZ YAZIN)