Köşe Yazıları

Şumnulu İslam Âlimi Ahmet Davutoğlu

Son devrin değerli din adamlarından hemşehrimiz Ahmet Davutoğlu 1912 yılında Şumnu’ya bağlı Kalaycıköy’de (İglika) doğmuştur. 25 Temmuz 1936 tarihinde Şumnu’daki Medreset’n-Nüvvab’ın yüksek kısmından mezun olmuştur. Aynı yıl iki hemşerisi ile..

Şumnulu İslam Âlimi Ahmet Davutoğlu

Son devrin değerli din adamlarından hemşehrimiz Ahmet
Davutoğlu 1912 yılında Şumnu’ya bağlı Kalaycıköy’de (İglika) doğmuştur. 25 Temmuz 1936 tarihinde Şumnu’daki Medreset’n-Nüvvab’ın yüksek kısmından mezun olmuştur. Aynı yıl iki hemşerisi ile birlikte Bulgaristan Başmüftülüğü tarafından ihtisas için Mısır ‘a gönderilen Davutoğlu, Camiatül- Ezher Külliyyetü’ş-Şeria’yı bitirerek 1942 yılında ülkesine dönmüştür.
Önce Medresetü’n-Nüvvab’ın lise ve yüksek kısımlarına öğretim üyesi, iki yıl sonra da aynı okula müdür tayin edilmiştir (1944). Bu görevi sırasında Şumnu komünist idaresinin baskılarına karşı mücadele vermiştir. 1945’te Türkiye lehine faaliyette bulunacak bir casusluk örgütü kurduğu iddiasıyla tutuklanarak Sofya’daki askerî mahkemeye sevk edilir. Ağır işkencelere maruz kalır ve bir ay kadar hapiste yatar. Daha sonra Rositsa kasabasının yakınlarındaki toplama kampına gönderilerek baraj inşaatında çalıştırılır. 17 Kasım 1945’te hastalığı nedeniyle serbest bırakılıp eski görevine iade edilir. Kısa bir süre sonra görevinden istifade eden Davutoğlu öğretmenliğe döner. Bu sırada bir yağmur duasındaki vaazından dolayı, Şumnu milis kumandanı tarafından ömür boyu hapisle tehdit edilince Türkiye’ye kaçmak ister, ancak başaramaz. Pasaport temin ederek 31 Aralık 1949’da hanımı ve iki kızıyla birlikte Türkiye’ye göç eder. Önce Adapazarı’na yerleşir. Sonra İstanbul Yedikule’de Küçükefendi Camii’nde imamlığa başlar. Sekiz ay Ankara’da vaizlik yapar. Bursa’da Orhangazi müftülüğüne, İstanbul’da Fatih kütüphanesi memurluğuna (29 Haziran 1953) ve daha sonra Süleymaniye Kütüphanesinde memurluğa geçer (1956). İstanbul İmam Hatip okulunda ders vermeye başlar. 16 Kasım 1956’da ise yeni öğretime başlayan İstanbul Yüksek İslam Ensütüsü’nün öğretim kadrosu içinde yer alıyor. 5 Şubat 1960’ta müdür muavini vekili, 7 Ağustos 1962 de ve 13 Mart 1963 tarihinde ise müdür olur. 25 Aralık 1964’ e kadar sürdürdüğü bu son görevinin ardından aynı kurumda Arap dili ve edebiyatı derslerini vermeye başlar. Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından 1966 yılında Konya’da düzenlenen müftüler seminerinde laikliğe aykırı beyan ve telkinlerde bulunduğu gerekçesiyle Konya İkinci Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 22 Mart 1968 tarihinde cezaya çarptırılır. Bir yıl ağır hapis, Kırşehir’de dört ay zorunlu ikamet ve memuriyetten ihraç cezalarını çeker. 15 Mart 1972’de memuriyetle ilişkisi kesilmiştir. Ceza süresi tamamlanınca ilmî çalışmalarına evinde devam eder. Davutoğlu 7 Nisan 1983 tarihinde vefat etmiş ve Eyüp Kabristanı’na defnedilmiştir.
Merhum, emekliye ayrılınca yaşadığı olayları kitaplaştırmaya karar verir. Bu arada dinî eserlerini de Arapça’dan Türkçe’ye tercüme etmiş, birçok hadis kitaplarını sadeleştirmiştir. 1970 yıllarında kaleme aldığı “Ölüm Daha Güzeldi” eserinde kendi çilekeş hayatını anlatmıştır. Bu hatırat kitabını 5 bölüme ayırabiliriz. Bazı bölümler okurlarımızın dikkatini çok çekeceğinden onlar üzerine daha çok yoğunlaşmak isterim. Yazarımız, her ne kadar farklı kuruluşlarda ve genelde Arapça olarak eğitim görse de Deliormanlı oluşunu ve bu kültüre bağlılığını asla unutmaz. Eserin birinci ve ikinci kısımlarında hiçbir vakit unutmadığı ata memleketi, o sımsıcak hatıraları, gelenek ve âdetleriyle kendini hissettirir.
Mısır hatıralarının yanı sıra Bulgaristan ve Türkiye de geçirdiği zindan günlerine de bu kitapta yeteri kadar yer verilmiştir. İki vatanda da yaşadıklarını en küçük ayrıntılarına kadar yaşayıp anlatmış olması, göçmen kardeşlerimizi iyi düşündürmelidir. Anavatan duygusu, her şeye rağmen yazarın en fazla dikkat çevirdiği ve değer verdiği yönüdür. İşte bu Türklük duygusu, ona yapılan bütün kötülüklerin üstesinden gelme ruhunu vermiş ve bütün olumsuzluklara karşı koyma azmini aşılamıştır.

Deliorman’dan anılar:
“Deliorman’ın ahalisi kâmilen Türk’tür. Bulgar ve diğer unsurlar pek azdır. Deliorman Türk’ü sağlam yapılı, dinç, kuvvetli ve mert insandır. Büyük cihangir pehlivanları: Koca Yusuf, Yörük Ali, Hergeleci, Filiz Nurullah, Kızılcıklılı Mahmut gibi nice meşhur pehlivanların burada yetişmesi tesadüf değildir. Vaktiyle kuvvetli ve seçkin adamların serhat bekçisi olarak buralara yerleştirilmesindendir. Deliorman Türk’ü dindardır. Namazını kılar, orucunu tutar, yalan söylemez. Dolandırıcılık bilmez, hele içki, kumar, fuhuş gibi yasaklardan son derece kaçınır. Horon oyununun Türklerden alındığını bilmedikleri için Bulgarlar’ın horon depmelerini günah sayarlardı. Hasılı Deliorman Türk’ü Osmanlılığını bu güne kadar muhafaza etmiştir.
Dünya zevkleri de düğünlerden ibaretti. Çok sevdikleri ‘koşu güreşler’ bu düğünlerin sonunda yapılırdı. Görücülük usulüyle yaptıkları evliliklerinde geçimsizlik, boşanma, ayrılma görülmemiştir. Düğün âdetlerinden ‘kına gecesi’, ‘takı’ ‘gelin alma’, ‘kavil’ gibi birçok âdetlerden bahsetmeyeceğim. Ama o muhteşem at koşuları, güreşleri anlatmadan geçemeyeceğim. Bu iki spor onlara ecdatlarından kalma yadigâr sporlardır.
Koca Yusuf Pehlivan
Koca Yusuf Pehlivan Şumnu’nun Karalar köyünde doğmuştur. Köy, Şumnu’ya 20 km mesafededir. Küçüklüğünde dedesinin eşeğini kucağına alır, çeşmeye sulamaya götürürmüş. Dedesi görünce onu eşeğe eziyet ediyor diye kamçıyla kovalıyormuş. Yusuf Pehlivan birden yükselmiş. Düğünlerde önüne geleni yener olmuş. O muazzam gücü kuvveti dillere destan olmuştu.
Hele de şu boğa güreşi bir efsane değil, hakikattir. Güreştiği hayvan bir manda boğasıdır. Bu hayvan o kadar azmış ki, küçük çocuklara bile saldırır, kızılcık toplamakta olan kadınları yere düşürmek için ağaçlara hücum edermiş.
Bir gün uzaktan gelen bir talika sesini duyan bu azgın boğa o tarafa koşmaya başlamış. Meğer Yusuf Pehlivan o talika ile Deliorman’nın bir köyüne güreşe gidiyormuş. Üzerlerine gelen mandanın halini görünce niyetini anlamış. Yusuf Pehlivan arabadan atlamış ve “Er meydanından kaçmak olmaz” diyerek tüm hızıyla üzerine gelen hayvanın boynuzlarından yakalayarak başını yere eğmeyi başarmış. Hareketsiz kalan boğanın başını sağa sola sallayarak mandayı yere sermiş. Hayvan kendine gelince kuyruğunu savurarak bir nara atmış ve oradan uzaklaşmış. Bir daha da insanlara saldırmamış”.
Karalar köylüleri Koca Yusuf’un güreşini yakından seyredebilmek için bir sünnet düğünü tertiplemişler. “Bu düğüne ben de gittim” diye anlatıyor Davutoğlu. Tuna’ya kadar bütün Deliorman köylerini dâvet etmişler. Bütün pehlivanlara, yürüklere davetiyeler gönderilmiş. Yusuf pehlivana rakip olarak o zamana kadar hiç karşılaşmadığı Türk Arnavutluğu’ndan Deli İsmail pehlivanı dâvet etmişler. Karalar köyünün içine mahşerî kalabalıktan girilmiyor. Bir tarafta uzaktan gelmiş sülün gibi süzülerek gezdirilen yürükler, bir tarafta tunçtan heykeller gibi iri vücutlarıyla sıra sıra dolaşan pehlivanlar. Beyaz sakallı vakur ihtiyarlar, zıp zıp sıçrayan gürbüz çocuklar, kıyıdan kenardan geçen yaşmaklı kadınlar dikkati çekiyordu. Önde davullarla zurnalar, ardından pehlivanlar ve yoğun kalabalık güreşlerin yapılacağı meraya doğru ilerliyorlar. Evvelce işaretlenmiş büyük dairenin etrafına oturuyorlar. Ağalar ve hakem heyeti de çadırlarında yerlerini alıyor. Az sonra elinde değnek, belinde şal cazgır ortaya çıkıyor ve yüksek sesle “Deste pehlivanları meydana çıksınlar” diye bağırıyor. Bir an er meydanı genç ve gürbüz yiğitlerle doluyor. Cazgır ve hakemler bunları eşleştirince güreş başlıyor. Kıran kırana güreşler devam ederken bir gürültü kopuyor: Daha önce belirlenmiş mesafeden salınan küçük orta yürükleri gelirlermiş. Yerlerinden fırlayan insanlar “Zeki’nin al tayı maşallah yüz adım önde geliyor, ikinciliği de Hoca’nın kır atı alacak” diye yorumlar yaparak atların final çizgisine doğru koşuyorlardı. Uzatmayalım, bir taraftan yüğrük atları, bir taraftan pehlivanlar derken günün nasıl geçtiği anlaşılmıyordu. Sıra büyük orta pehlivanlarına geliyor.
“Koca Yusuf saatin kösteği ile oynayarak keyifle pehlivanları seyrediyordu. Bu arada alayda bir karışıklık oldu; uzakta bir talika belirmişti. Arabadan on on beş metre uzunluğunda basmadan bir bayrak dalgalanıyordu. Gelen Türk Arnavutluk köyünden Deli İsmail Pehlivan imiş.”
Koca Yusuf bunu beklemiyordu. Deli İsmail Pehlivan civarda yenilmezliği ve sert güreşi ile biliniyordu. Koca Yusuf ağalara dönerek “Ben size ne yaptım ki, beni yendirmek için uzaklardan pehlivan getiriyorsunuz?” deyince ağalar onu teselli etmek için:
“Oğlum biz senin mürüvvetini görmek için bu düğünü tertip ettik. İnşallah onu da yeneceksin. Yenemesen de bundan senin şanın düşmez. Elbette ikinizden birisi yenilecek. Bu tabii bir şeydir. Biz buraya senin güreşini görmek için toplandık” dediler.
Nihayet “büyük orta” ve “baş altı güreşlerinden sonra cazgır ortaya çıkarak “Baş pehlivanlar hazır olsun” deyince pehlivanlar güzelce yağlanıyorlar ve eşleşmek için alayın ortasına diziliyorlar. Ama herkes biliyordu ki, Koca Yusuf ile Deli İsmail tutacak. Güreş merasimi başladı: “Kurt duası” ve baş pehlivanlara has peşrev çekildi. Pehlivanlar rükua eğilerek sekiz kupletten oluşan cazgırın duasını dinlerler. Bitince bu yüce pehlivanların görülmeye değer peşrefleri başlar. Kafiyeli duanın kısaca metni şudur:

Besmeleyle çıkın meydana,
Uymayın bir vakit kör şeytana,
Bu dünya kalmamıştır Hazret-i Süleyman’a ,
Sizlere de kalmaz bizlere de pehlivanlarım.
Hani Ali, Hani Veli?
Hazreti Hamza’dır pehlivanların piri belli
Onlara kalmamış bu dünya, sizlere de kalmaz pehlivanlarım…
Altta kaldım diye yerinmeyin,
Üste çıktım diye sevinmeyin,
Hasmınız karınca ise dahi
Karıncadan ednâ tutun kendinizi pehlivanlarım.
Bu gün sünnet düğünüdür düğünümüz,
Haslarlı Kara Kısrak’tır baş yüğrüğümüz
İşte bu yiğitlerdir bizim başpehlivanlarımız.
Bunlara hep beraber diyelim maşallah,
Bunlarla bitiririz baş güreşi inşallah.
Resimdeki pehlivanların arasında Kel Aliço, Adalı gibi ünlüler de yer alıyor. Koca Yusuf ve Deli İsmail ahırdan salınmış iki manda gibi birbirlerine girdiler. Millet yalnız onları seyrediyordu. İki buçuk saat öyle bir güreş yaptılar ki, kimsede can ve nefes bırakmadılar. Ayaklarıyla çimleri beş on adım öteye fırlatıyorlardı. Nihayet Koca Yusuf ‘Haydi bre pehlivanlar pehlivanı’! diye bir nara atarak, şimşek gibi hasmına öyle bir çift daldı ki, bir anda İsmail pehlivanın kısbetinin kasığına kadar yarıldığı görüldü. Koca Yusuf galibiyet temennasını çekerek yürüyüverdi. Deli İsmail bunun yenilgi olduğunu bildiği için hiç itiraz etmeden boynu bükük meydandan ayrıldı. Ahmet Davutoğlu Deli İsmail’in dışında meşhur Koca Murat, Kızılkayalı Ahmet, Kazıkçı Kara Bekir, ‘Yenici’ unvanını bizzat Sultan Reşat tarafından almış olan Aydoslu Mehmet pehlivan gibi pehlivanlardan övgüyle bahsetmektedir.
MEKTEP HATIRALARI
Maarif meselesine gelince yazar yetiştiği yıllardaki pek iptidai okullardan bahseder. Daha sonra köylerde açılan yeni usul dörder senelik ilkokulda devam eden tahsilini rüştiyede bitirmiştir. Babasının israrıyla Şumnudaki Nüvvap’ın lise ve yüksek kısmını bitirmiştir, hemde “Fevkalade” dereceyle. Baş müftüden gelen haberle üç arkadaşı ile birlikte Varna’dan vapurla Mısıra gidiliyor. Mısırda konuşulan dil Fellahça olduğu için ilk zamanda geceyi gündüze katarak çalışıp dört senelik fakulteyi başarıyla bitiriyorlar. Daha sonra kahramanımız şöyle devam ediyor:
“Mısırda beş buçuk sene kaldım. Talebeliğim esnasında hacca gitmek de nasip oldu. Mısır’dan döndükten sonra Şumnu’daki Nüvvap mektebinin lise ve yüksek okul kısımlarına muallim tayin edildim. İki sene, yani 1944’te rejim değişene kadar bu vazifede kaldım. Komunistler idareyi ele aldılar. Nüvva’ba girmek için talebeleri şımartıyorlar, anarşi yaratıyorlardı. Bir gün müdürü ve bir öğretmeni balkondan aşağı, taş zemine atmaya kalktılar. Beni de yangının içine atmak istediler.
Nüvvab’ın lise ve yüksek kısmına müdür tayin edildiğimi öğrendim. Kabul etsem komunist olup onlarla işbirliği yapmam icap edecek, etmesem bir bahane bularak sabotaj yapıyor diye derhal beni yok edeceklerdi. Zoraki müdürlüğü kabul ettim. İki sene bu vaziyette kaldım. Ancak komunist olmadığım, onların emeline biraz olsun hizmet etmediğim için bana karşı Milis kumandanı ve Şumnu komunistleri vaziyet aldılar. Her yerde görülmedik bir komunist barbarlığı sürüyordu. Benim de evimi, okulu aradılar tehditle karışık sorguya çektiler ve niyayet Sofya’ya divani harbe götürdüler.
Mısır’dan bir arkadaşımı ve beni casuslukla suçladılar. Casusluğun cezası idamdı. Bizi alt katta rutubetli ve havasız bir odaya tıktılar. Çeşitli komplolar, veya eski talebelerimden bazılarının aleyhimde ifade verdirerek benim casus olduğumu kabul etmeye zorladılar. 1945 yılının Mayıs ayının son günlerinde hayatımın en kara, en korkunç günlerini yaşadım. Yan odada sanki kıyamet kopuyordu. Ölesiye dövüyorlardı. Bayılan arkadaşımın ardından odaya beni aldılar. Her gün sorguya çekildiğimiz odanın her tarafı silahlarla, sopalarla, iplerle bezenmişti. Sonra muhtelif lastik kamçılar ve isimlerini bilmediğim işkence aletleri ve elektrik kabloları ile her yer donatılmıştı.
“Sana tatbik edeceğimiz boyunduruğa çok pehlivanlar dayanamadı. Sen hasta adamsın. Kendine eziyet ettirme, suçunu itiraf et ! “diye nasihatte bulundu Türkçe bilen müstantikin biri. “Bunu bırak, hastadır “ dese de canavardan farkı olmayan üstteğmen kollarımı sicimle arkaya kat kat bağladı. Başıma da bir maske geçirdi. “Şimdi bülbül gibi ötecek” diyen üstteğmen elektrik cereyanını saldı. Kafamın alevler içinde cayır cayır yanmakta ve feryat ve figan ayyuka çıkıyordu. İnsafsız kefere zerre kadar vicdan azabı duymadan beni diri diri yakıyordu. Çektiğim ıstırabı anlataman. Suçumu kabul etmemi istediklerinde suçum olmadığını tekrarlayınca cereyanı salınca eziyet ve azabın deminkinden daha şiddetli olduğunu hissediyordum. Nefesimin kesildiğini hissetmeye başladım. Cereyanı kesip maskeyi çıkarınca gördüm ki, ağazım müthiş köpürmüş, göğsüm, kucağım sabun köpüğü gibi köpükler içinde kalmış. Karşımdaki zabit ağlıyordu. Daha sonra bir deri bir kemik kalmış, gözleri yuvadan fırlamış, çıldırmış görünümlü bir öğremcimi karşıma çıkardılar. Yanımıza gelen o canavar teğmen “Nasıl anlaştınız mı?” “Tabii” dedim. “Bu hafızın hakkımda söyledikleri tamamen yalandır, iftiradır” deyince beni kapalı bir jeepe attılar ve Divanıharpten Milis kuvvetlerine sevk ettiler. Konulduğum 1,90 boyundaki kovuşta sekiz kişinin hepsi Bulgardı. Beni sabırsızlıkla dinlediler. O güne kadar geçirdiğim safhaları anlatınca “Sen de bizim gibi kurbanlıksın, idamlıksın” dediler.” Ahmet Davutoğlu’nun çektiği bir çok cehennem azabından bahsetmeyeceğim. Bundan sonra hapiste geçirdiği günlerde en büyük istirabı açlık olmuştur. “Bu cehennem azabında milis komutanlığına ait bu kamptan yirmi dokuz gün sonra kurtuldum. Oradan sürgün edileceğimizi öğrenince sevinçten ağladım. Demek davamız bitmiş, idamdan kurtulmuştum.
ROSİTSA İŞ KAMPINDA
Bizi Rositsa toplama kampına götürdüler. Kampın girişinde büyük harflerle Bulgarca “İzpravitelno selişte D C Rositsa” yani “Tehzip köyü (Terbiye kampı”) yazıyordu. Burada komünizmi sevmeyenleri terbiye edeceklermiş. Kampın mevcudu 1800 kişi imiş. 200 adım aşağıda başka bir kampta da 1300 kişi bulunuyormuş. Kampların sakinleri bizim gibi mahküm edilemeyen suçlularmış. Hemen hemen hepsi okumuş ve kültürlü insanlar ; dört general, bir sürü albay ve zabit, 50 – 60 avukat, 20 kadar doktor, 80 den fazla öğretmen, 18 gazeteci ve mühim miktarda mühendis, mimar vesaire varmış. Mevkuflar günde üç posta 8 er saat çalıştırılarak büyük bir elektrik santralı kuruluyormuş. Basit yemekler verseler de aylardır göremediğimiz bu nimetler bize tarif edemeyeceğimiz kadar lezzetli geliyordu. Ağır işlere rağmen halimizden memnunduk. Çünkü namazımızı kılmaya, birkaç dakika nefes almaya fırsat bulabiliyorduk. Bu toplama kampında geçirdiğim zorluklarla dolu üç buçuk aydan sonra 17 Kasım 1945’te serbest bırakıldım.
ŞUMNU’YA DÖNÜŞ
Kalanların gözyaşları arasında oradan uzaklaştık. Halsiz, bitkin, bir yük kamyonunun eşyalarının üzerine binerek elemsiz ve kedersiz Gorna Oryahovitsa garına ulaştık. Üstümüz başımız bir dilenciden farklı değildi. Varna Şumnu trenine binerek birkaç saat içinde Şumnu’ya vardık. Hemen bir faytona atlayarak evimizin yolunu tuttuk. Avluda oynayan yeğenim beni görünce “Anne yetiş, bir dilenci geliyor” diye feryadı bastı. Çok utanmıştım.
Eski görevime iade edildim. Birkaç zaman daha vazifeme devam ettim. Attığım adımlar takip ediliyordu. Deliorman köylerinden birinde yağmur duasına davet edildim. Isteksizce daveti kabul ettim. Mahşeri bir kalabalık huzurunda millete vaaz ve nasihatte bulundum. Daha sonra Deliorman’ın diğer köylerinde düzenlenen yağmur dualarına tamamına gitmekte tereddüt ediyorduk. Bu meseleyi görüşmek için yaşlı bir zat ile Şumnu müftüsünü Milis kumandanlığına gönderdik. Kumandan “İsteyen istediği yere gidebilir. Biz Allaha inanmayız, ama inananlara da bir şey demeyiz. Yalnız Ankara radyosunu dinleyip burada propaganda yapan kişiyi biliyoruz. Onu bir defa daha içeri aldığımızda dönüşü olmayacak. Evet, haline yazık olan hoca ben idim. Varna Türk konsolosluğuna gidip fikir almak istedim. Bir cevap alamadım. Bana Türkiye’ye göç taahütnamesi vereceklerine dair söz verdiler. Taahütnamem gelir gelmez hükümete istida vererek, Türkiye’ye hicret için pasaport istemiştim. İznim gelince pasaport muamelerine başladım. Ve beş on gün içinde hazırlandım. Nihayet hicret işi tamamlandı. Şumnudan ayrılırken bizi uğurlamaya gelen akraba ve dostlarla hazin bir vedalaşma yaptık. Zavallılar arkamızdan boynu bükük yetimler gibi kala kaldılar.
ANAVATAN HATIRALARI
Dört kişilik aile efradıyla 1949 yılının son günü Edirne muhacirhanesinde idik. Muhacirliğin ilk günlerinde cidden büyük güçlüklerle karşılaştım. Serbest göçmenlere iskan yardımı verilmiyormuş. Ülserden hastalandım. Bir hemserimin yardımı ile doktora gittim. Bana beş tane iğne verdi. Param olmadığı için parasız iğne yapan Kızılay’a götürdüler. Burada iğneleri gören bir doktor “Bunları sana kim verdi? Bunların bir tanesi bile seni öldürmeye yeterli” dedi ve bu doktorun kim olduğunu araştırmaya başladı. Beni Kızılay’da tedavi ettiler. Hükümet İstanbul’da göçmenler için Taşlıtarla denilen yere bir mahalle kurdu. Göçmenleri buraya yerleştirdikten az sonra sözüm ona ‘İleri gazeteciler’ göçmenler hakkında çok kötü şeyler yazmaya başladılar. Ne imiş? Bulgaristan’dan gelen bütün göçmenler sapık ve namussuz imiş. Zina yapıyorlarmış v.s. Böylece Taşlıtarla bu yalancı gazetecilerin yazdıkları bu haberler tamamıyla asılsızdı. Çünkü Taşlıtarla’ya iskan edilen Bulgaristan göçmenleri vaktiyle serhat bekçileri olarak Tuna boylarına Anadolu’nun muhtelif yerlerinden seçme insanlardı. Buraya göç etmelerinin yegane sebebi din ve diyanetlerini, namus ve iffetlerini muhafaza etmekti. Doğup büyüdükleri yerlerden, bütün dünya varlıklarından koparak buraya sığınmaları bundandı. Hatta yetmişlik bir anne o zamanlar yeni yeni zuhur etmeye başlayan komunistlik hareketlerini görünce “Eyvah be uşağım, biz ondan kaçtık, o bizden evvel gelmiş buraya” demişti. Neydi bu sözüm ona bu komunistlerin maksadı? Bu öldürücü iftiraların maksadı neydi? Meğer kendileri komunist oldukları için komunizmden kaçıp gelenlere fena halde içerlemişler ve alnımıza kara leke sürmek istemişler. Bu leke Taşlıtarla isminin “Gazi Osman Paşa” ya çevrilmesine kadar sürdü. Belki de bize ilaç diye zehir veren doktor da bunlardandı. Nihayet Efkaf Müdürlüğünde fevkalade imtihandan sonra Yedikule Küçük Efendi camiine imam tayin olundum. Türk tebasına geçince Diyanet İşleri’nde işe başladım. Ankara’dan Orhangazi’ye ve oradan da İstanbul’daki Fatih Kütüphanesine tayin oldum. 1959 da İstanbul Yüksek İslam Enstitüsüne nakil oldum. Bu yeni müeseseye öğretim üyesi ve müdür yardımcısı olarak atandım. Konya’da müftülere verilen seminerlere “Fetva” konusunda konuşmak üzere dâvet edildim. Derste söz nikah meselelerine de intikal etti. Ben bu konuda bildiklerimi söyledim. Müftülerin arasında hafiye de varmış. Teybe aldığı konuşmamı “Milliyet” gazetesine vermiş. Konuşmam harfiyen gazetede yayınlandı. Gazete beni mahkemeye vermeye muvaffak oldu. İki sene süren davanın sonunda beni bir yıl ağır hapis, dört ay Kırşehir’de nezaret altında bulundurmaya karar verdiler. Artık biz de mahkumiyetimizi çekmek zorunda kaldık. 1971’de vazifeme son verilerek emekli edildim. Bu arada boş durmayıp, birçok Arapça eseri Türkçeye tercüme ettim.
Kaynak : ÖLÜM DAHA GÜZELDİ
ANILAR
Ahmet Davutoğlu
Hazırlayan: Mustafa Üstündağ
Güzelce 27. 01. 2020

YORUMLAR (İLK YORUMU SİZ YAZIN)

ÜYE GİRİŞİ

KAYIT OL