1989 yılındaki ‘Büyük Göç’ün kervanı Kirli karyesinin Kozlevo köyünden genç öğretmen Hüseyin Aliev’i de beraberinde sürükledi anavatan Türkiye’ye. T.C.’de Mevsim soyadını aldı iki bebekle Nesrin ve Rıdvan – Hüseyin Aliev..
1989 yılındaki ‘Büyük Göç’ün kervanı Kirli karyesinin Kozlevo köyünden genç öğretmen Hüseyin Aliev’i de beraberinde sürükledi anavatan Türkiye’ye. T.C.’de Mevsim soyadını aldı iki bebekle Nesrin ve Rıdvan – Hüseyin Aliev ailesi. Önce Bursa, sonra İstanbul’da geçim derdine düştüler. Ailenin reisi Hüseyin, en nihayet akademik hay- ata atılmaya karar verdi ve Ankara Üniversitesi, Bulgar Edebiyatı Bölümü’nde önce yüksek lisans sonra doktora yaparak kısa sürede profesörlüğe yükseldi.
Hüseyin Mevsim’le yollarımız 1981 yılında Mestanlı’da kesişti. Ben lisenin yurdunda mürebbiydim, o da lise son sınıfta burada kalan öğrencilerden biriydi. Benim yazıp çizme uğraşılarıma ilgi duyan, o yıllarda şiir denemeleri yapan öğrencimiz, Türkçe yazdığım hikâyelerin Bulgarca’ya tercümesini de yapıyordu. Beraber geçirdiğimiz bir yılın ardından Hüseyin asker ocağına, daha sonra üniversiteye gitti. Aradan epey zaman geçti. 90’lı yılların başında İstanbul’da buluştuk. On bir yıl önce, “Rumeli” dergisinin yayın hayatına girmesiyle arada mesafe de olsa, yine birlikteliğimiz başladı.
Türkiye’deki birçok Bulgaristan göçmeni gibi Mevsim’in ve eşi Embiye’nin baba ocaklarına bağlılığı depreşti. İki yıl önce Kozlevo köyün- deki evlerini onarıp, yaz aylarında bir süre burada vakit geçirmeye başladılar. Birkaç defa davet ettiler. Son bayramın ikinci gününe nasip oldu onların evinde buluşmak.
Doğu Rodoplar’ın ormanlık bölgelerinin başladığı bir noktada Kozlevo köyü. Köyden ziyade bir mahallecik burası, ama Hüseyin Mevsim’in kalbinde burası bir cennet… Evlerinin ikinci katındaki balkonda yorgunluğumuzu atarken çiçeklerle bezenmiş evin avlusundan yamaçlara kayıyor gözlerimiz.
Hüseyin büyük bir heyecanla yöreyi tanıtıyor bizlere. Sonra soluklandığımızı anlıyor ve çocukluğunun geçtiği bağ, bahçelere çıkarıyor bizleri. Her şey hafızasında taptaze. Bahçelerindeki meyve ağaçlarından, babasının “jiletle biçer” gibi biçtiği çayırlardan dem vuruyor. Köyün su kuyularının, pınarlarının, çeşmelerinin ayrı bir hatırası var içinde. İmece usulü komşularla yaptıkları, dereden köye çıkan sokağın kaldırımını; babasının toprağı tutundurduğu yapıları gösteriyor. “Tarlalarımız aşağıda, çayın boyundaydı. Tütün sepetlerini taşıyan eşeklerin nallarından kıvılcım çakardı bu dik, sarp kaldırım yolda” diye buradaki zorlu hayatı tasvir ediyor. Babasının ektiği çamlar kurumuş da olsa, hala ayaktalar. “O yıllarda bir ağaçlandırma seferberliği vardı buralarda. Ormancılar köyün avlularına kadar, hatta işlenir araziyi bile ağaçlandırdılar, lâkin bu ‘castık’ denilen çam ekili alanlar bizim çocukluğumuzu çaldı. Son- baharda ‘salmanlık’ olduğunda bile biz hayvanları başıboş bırakıp oynayamıyorduk” derken içinin sızladığını hissetmek mümkündü.
Akşam karanlığı basarken evin bahçesinden giriyoruz. Mevsin, “Bu bahçenin böyle olduğuna bakmayın, benim çocukluğum avlusuz evde geçti. Evin giriş kapısının iki adım önünde başka bir binanın duvarı dünyama çekilen bir setti. Şimdi bahçe burada yıkılan binaların yerindedir” diye açıklamada bulunuyor. Çocukluğumuzun, gençliğimizin geçtiği buralarda şu gökyüzündeki ayın bu kadar parlak olduğunu hiç fark etmemişiz. Etrafta cırcır böceklerinin sesine arada bir havlayan köpek, böğüren hayvan sesi veya baykuşun ötüşü karışıyor. Gecenin geç saatlerinde odalarımıza çekildik. Oksijeni bol olan yerde insan yorgunluğunu çabuk atıyor. Sabah ezan sesiyle uyanıyoruz dağın başındaki bu mahallecikte. Ezanın biri kesiliyor diğeri başlıyor, sanki İstanbul’un bir semtindeyiz gibi. Meğer ezanmatikler burada da devreye girmiş…
Sabah olunca, Mevsim bizi kendi yürüyüş güzergâhıyla tanıştırıyor. Köyün başındaki yüksekliğe doğru yol alıyoruz. Su kaynaklarının olduğu noktadan çam ormanlığına dalıyoruz. Sonra “Taşlığa” ulaşılıyor. Burada kısa mola esnasında Cebel köylerini ve ufukta Mestanlı yöresini seyrediyoruz. Bu yaz yoğun yağışlardan sonra ağustos sonları olsa da etraf yeşil, kızılcık ve karamık bolluğu var kırlarda. Köylü çocuklarıyız, haliyle bu meyvelerin tadını iyi biliriz, tatmadan edemiyoruz. Öğle saatlerinde hep birlikte köyden ayrılıp, Kirli merkezinden Fotinovo’ya geliyoruz. Burada ezeli dostumuz işadamı Mümün’e de selam veriyoruz. Eşi Zeliha ile her zamanki cömertliğini gösteriyor sabah sabah. Nuri Adalı’nın mezarını merak ediyor Mevsim Hoca. “Gidelim, görelim” diyorum ve ziyaret ediyoruz.
Sonra meşhur “Yedikızlar Camisi”ne geçiyoruz. Oradan yolumuz Mestanlı’ya uzanıyor. Mevsim burada da ressam dostumuz Kamber’i görmek istiyor. Çat kapı okuma yurdundaki odasının kapısını çalıyoruz. İlk defa rastlaşsalar da takdim etmeye gerek kalmıyor. Nasıl olsa, her ikisi de meşhur kişiler. “Rodop dağlarını daha da yücelten ağabeyim” diye hitap ediyor Mevsim dostumuza. Bir hayli uzun sürüyor sanat konusunda sohbetleri. Sonra atölyeye geçiyoruz. Külliyatına bir göz atıyoruz. Ankara’daki evleri için beğendikleri iki tabloyu ayırtıyor Mevsim ailesi. İkindi üzere ayrılık saati geliyor. Bir başka sefer buluşmak üzere herkes kendi yolunu tutuyor, bu kutlu bayramının üçüncü…
Mehmet Türker
YORUMLAR (İLK YORUMU SİZ YAZIN)