Bulgaristan’da Türklere uyguladığı asimilasyona karşı en küçük direnişçilerden biri Paisievolu Nesrin idi. Boğaziçi Üniversitesi’nde Prof. Dr. Nesrin Özören olarak görev yapmakta olan bilim insanımız burada Programlı Hücre Ölümü ve Kanser..
Bulgaristan’da Türklere uyguladığı asimilasyona karşı en küçük direnişçilerden biri Paisievolu Nesrin idi. Boğaziçi Üniversitesi’nde Prof. Dr. Nesrin Özören olarak görev yapmakta olan bilim insanımız burada Programlı Hücre Ölümü ve Kanser İmmünolojisi Laboratuvarı’nı kuruyor ve bugün COVİD’e karşı aşı geliştirmede 14 ekipten biri olarak çalışma yürütüyor.
Bulgaristan’ın demokrasiye geçmesiyle BKP (Bulgaristan Komünist Partisi)’nin ve DS (Devlet Güvenliği)’nin çok gizli belgeleri gün ışığına çıktı. Belgelerin çoğu orijinal haliyle kitaplaştırıldı. Bu gizli belgelerde devletin buradaki Türklere uyguladığı baskılara başkaldıran Suhodol’dan Galya Asenova Hristova (Gülten Hasanova) ve Nadejda Strahilova Hristova (Nesrin Salimova Hasanova) adında iki genç kızın da adı geçiyor. Üstün cesaret gösterip devlete kafa tutan bu iki kız geçen yılın yaz aylarından beri hafızamdan çıkmıyordu, ta ki yılsonunda Silivri’de düzenlenen “Bulgaristan’dan Göçün 30. Yılı” anma sempozyumuna kadar. Buradaki davetli konuşmacılar arasında Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Nesrin Özören de yer alıyordu. Özören, Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümü uzmanıydı. Bu branştan bir uzmanın o günkü konuyla ne ilgisi olabilir diye geçmişti aklımdan ve yadırgamıştım. Sözü Özeren alıp konuya girince, gerçekler su yüzüne çıktı. Hemşehrimiz, genç akademisyen tam da o günkü konunun insanıydı. Daha konuşmasının başında geçen yazdan beri başımdaki “Kimlerdi bu direnişçi genç kızlar?” sorusunun cevabını aldım. Hafızamdaki gizli istihbarat belgelerindeki genç kızlardan Nesrin bu Nesrin’den başkası değildi. O, buradaki katılımcılara 1985-89 yıllarında henüz gençliğinin baharında iken yaşadıklarını anlatırken, hafızamda gizli belgedeki tutanakta verdiği ifadenin sözleri canlandı:
“TÜRK’üm VE KENDİMİ DAİMA BÖYLE HİSSDERİM”
Devlet Merkez Arşivi’ndeki belgeden:
“Ben Türk’üm ve her zaman kendimi böyle hissediyorum. Bu örgütün “andı” (Tüzük) metninin hazırlanmasında ne ebeveynlerim, ne de her hangi yakın bir tanıdığın yardımı olmamıştır. Ben bunu “Mlada Gvardiya” (Sovyetler Birliği’nde İkinci Dünya Savaşı döneminde Ukrayna’nın Krasnodon şehrinde gençlerin Hitler Almanya ordularına karşı kurdukları örgüt)’nın tüzüğünden esinlenerek oluşturdum. Bu defter hakkında hiç kimseye bilgi vermedim. Bununla ilgili bilgisi olanlar defteri gereksiz diye dışarı çıkardığımda okumuş olmalılar. Yazdıklarımla arkadaşlarımdan çok güvendiklerim ve bana yardımcı olanlardan Suzana ile Andrey’i tanıştırdım. Sonuca ulaşamayan bu örgüt Bulgar Devleti’nin Türkiye’ye göç etmek isteyen Türklere legal ve barışçıl ortamda izin vermesini sağlayacaktı. Ayrıca amacımız Türk halkını ayaklandırıp çok katılımlı mitingler düzenletmekti. Bu teşkilatta yalnız olmamdan ve kimselerin beni desteklememesinden dolayı bu bir çocuk hayali olarak kaldı.
Tüzükteki ceza ve hakları maddelerini DKMS (Genç Dimitrovçu Komünist Birliği-Komünist partisi gençlik Kolları)’nin tüzüğünden alıntı yaptım”.
O zaman bu mısralardaki anlamlı sözlerin bir kız çocuğunun ağızından dökülmesi beni müteessir etmişti.
KÖYÜMÜZÜ TERKEDİP KAÇTIK
Şimdi salonda onu dört gözle izliyor, can kulağımla dinliyordum:
“1984 yılın son günlerinde Kırcaali’de öz be öz Türklerin isimlerinin değiştirilmeye başlandığı, karşı koyanların tutuklandıklarını ve bilinmeyen bir yerlere sürüldükleri haberleri gelmeye başlamıştı. Kırcaali, ailemizin Dobruca’ya göç etmeden önce yaşadığı bölgeydi. Yılbaşından sonra Aytos köylerinde de isimlerin değiştiğini duymaya başladık. Bu olayların bizim yöreye sıçrayacağı da aşikârdı. Birilerinin bir şeyler yapması gerekti! Ben o zaman 7. sınıftaydım. Babam tütün eksperiydi. Köyü basıp isimlerimizi değiştirilmesinden kaçıp Balçık taraflardaki Strajitsa köyüne göç ettik. Burada inek bakıcılığı yapmayı göze aldılar. Buna rağmen orada da isimlerimizin değiştirilmesinden kurtulamadık.
1985 yılın Ocak ve Şubat aylarında tüm Bulgaristan’da baskılarla adı değişmeyen Türk kalmamıştı. Türklüğümüze çetin bir darbe inmişti. Okullarımızda Türk çocukları sadece Bulgarca konuşma zorunda bırakıldılar. Ana dilleri Türkçe’yi konuşanlar çeşitli cezalara çarptırılıyordu. Kılık kıyafette yasaklar uygulanıyor, bazı entelektüel Türkler gazete ve dergilerde “Aslımız Bulgardır” beyanatları verdikçe, biz ailece bu tavırları kınıyorduk, kahroluyorduk. Bu kişiler genellikle entelektüel geçinen, parti görevlisi, şair-yazar ve gazeteci geçinenlerdi. Bu durumda baktık ki buralarda ahırlarda sürünmekte de kurtuluş yok, hiç olmazsa, köye dönüp evimizde kalmaya karar verdik.
HAYALİM GERÇEK OLDU
Kötü yıllardı asimilasyon dönemi. Türklerin çoğu bu baskılardan kurtulma çaresindeydi. Fakat ülkeyi terk etmek mümkün değildi. Bazı sanatçı, milletvekili ve milli sporcu Türkler yurtdışına çıkınca başka ülkelere iltica edebildiler. Çocuk aklımla bir örgüt kurmaya kalkıştım, adı da “Mustafa Kemal Atatürk Gençlik Örgütü” olacaktı. Bu çalışma iki yıl kadar sürdü ve sonunda evimize düzenlenen bir baskın sırasında ele geçti. Ben tutuklanıp karakola götürüldüm, ifadem alındı. Okula bilgi verildi. Sınıf öğretmenimiz Mariyana Stayanova bana verdiğim ifadenin gerçek olmadığını ve geri almamı istedi. Babama danışayım dedim. Babam da benim gibi geri almama fikrindeydi. Öğretmenin teklifini kabul etmeyince, okuldan atıldım. Okuldan atıldıktan sonra bir buçuk yıl göçü beklemede kaldık.
Nihayet 1989 yılın mayıs ayında benim çocukluk hayallerim gerçek olmaya başladı. Şumnu, Razgrad ve Kırcaali bölgelerinde Türk halkı ayaklanmaya başladı. Türklerin örgütlerinin düzenlediği açlık grevleri hükümeti ürküttü. O günlerde beklenen protesto gösterilerinin önünü almak için Jivkov yönetimi “Önce içimizdeki pis kanı atın!” (Pis kan dediği Türk milliyetçileriydi) emrini verince, bizim aile sınır dışına ilk atılanlardan oldu. 15 Mayıs 1989’da bize yurtdışı pasaport verildi ve Avusturya’ya gönderildik. O anda Türkiye sınır kapıları açılmamıştı ve bizim peşimizden daha yüzlerce aile Avrupa’ya gönderildi.
ÖZLEMİNİ ÇEKTİĞİMİZ ANAVATANA MERHABA
19 Mayıs’ta biz ailecek yıllardır özlemini çektiğimiz anavatan Türkiye’de idik. Önce Bakırköy’deki akrabalarımızla buluştuk. Onlarla bundan böyle neler yapmamız gerektiğini danıştık. Onlar bize önce bir Bursa, İzmir, Manisa’yı dolaşıp görmemizi tavsiye ettiler. Aile reisi olan babamın çalışabileceği alan tütüncülüktü, o da Ege’deydi. Manisa’ya yerleşmeyi düşündük. Daha sonra bizim eğitimimiz için İstanbul’un daha uygun olacağı kanaatine varıldı ve tercihimiz İstanbul oldu. İlk gelenlerden olduğumuzdan şanslıydık. Devlet desteğini en iyi biz hissettik. Barınma konusunda sıkıntı yaşamadık çünkü bizi bir vakıf evine yerleştirdiler. Babam camcılık işine başladı.
O yaz Dereköy ve Kapıkule’den yüz binlerce göçmen giriş yaptı.
VER ELİNİ BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ
Eylül ayında benim okul kaydım Tercüman Lisesi’nde son sınıfa yapıldı, o zaman 12. sınıf yoktu” diye anlatan Özören, üniversiteye girişini şöyle anlatıyor:
“Liseden mezun olunca, Boğaziçi Üniversitesi’ni kazandım. Boğaziçi’ni kazanmak hayatımı tamamen değiştirdi. O dönemde bilgisayar mühendisliği çok yeni bir programdı. ‘Bilgisayar mühendisi olursam para kazanabilirim ve yaşadığımız sefaletten kurtuluruz’ diye düşündüm, ama 8. tercihim olan biyoloji bölümüne girdim. Yatay geçiş yaparım düşüncesiyle fizik, kimya, mühendislik dersleri aldıkça, yatay geçiş fikrinden vazgeçtim. Üniversiteye başladığımda, otobüs biletim olurdu, çoğu zaman çay param olmazdı. Öğrenim ve harç kredileri aldım, bazı vakıflardan ve derneklerden burs aldım. Bazen kitaplarımı alamazdım o yüzden de ilk dönemlerde yüksek ortalama tutturamadım.
Her şeye ilgi duyan bir yapım olduğundan öğrenciyken, paraşüt ve Aikido sporlarıyla tanıştım. Aikidoda sadece sporla değil, hayat arkadaşımı da burada buldum, kısa sürede evlendik ve bu evlilikten bir oğlumuz var. Dört yıl sonra mastır, doktora tezi derken işte çok şükür bugünlerde mezun olduğum üniversitede profesörlük görevine kadar gelebildik.”
Prof. Dr. Nesrin Özören’in başarılarla dolu kısa hayat hikâyesi bir akşamüstü çalıştığı Boğaziçi Üniversitesi’nin Kuzey Kampüsü’nde dinliyorum. Çatı kattaki mütevazı çalışma odasında yine memleketten dem vuruyoruz. Hoca hanımın, ikramda da kusuru yoktu. Tanıştığımız günden beri başındaki birkaç soruyu yöneltmeden içim rahat edemeyecekti. İlk sorum:
İNSANIN ASLI NEYSE, NESLİ DE ODUR
“Bu kadar küçük yaşta Dobruca’da doğan bir kız çocuğunu boyundan büyük işlere iten neydi. İçindeki Türklük kıvılcımının közü neydi?” oldu. Nesrin Hoca:
“Evet, güzel bir soru. Baştan başlayayım. Benim baba tarafım Kırcaali, Yavorovo, ana tarafım da Hasan dedem 1950’li yıllarda Türkiye’ye göç edemeyince Çanakçı (Paniçkovo)’dan Silistre ilinin Boil köyüne gelmişler, daha sonra da Paisievo’ya yerleşmişler. Dedem o zamanın okur-yazarlarındandı ve köyde hoca olarak bilinirdi. Tabi armut ağacının dibine elma düşecek değil, dedemin sayesinde babam da tarihle, edebiyatla haşır-neşir olan biriydi. Dedem zaten bir Osmanlı gibi yaşıyordu. Manevi hayatından taviz vermeyen, ömrünün sonun kadar kuşağı ve poturu atmayan biri olarak yaşadı. Babam kendi çapında şiir yazar, ünlü Türk şairlerinin şiirlerini okur, evimizde İstiklal Marşı, Mustafa Kemal Atatürk’ten bahsedilirdi. Benim de böyle bir ortamın dışında kalmam mümkün değildi. Hani bir deyim vardır, ‘Aslı neyse, nesli de odur’, her halde bu ortamda yetişen bir çocuğun da yapısı öyle olacaktı?” dedi.
İkinci sorum ise bilim dalında bugüne kadar kat ettiği yol oldu:
BİLİM ALANINDA ADIM ADIM
“Boğaziçi Üniversitesi Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümü’nü ikincilikle bitirdim. Doktora ve sonrası çalışmalar için ABD’de 9 yıl kaldıktan sonra, 2005’te ülkeme ve mezun olduğum bölüme yardımcı doçent olarak döndüm. Boğaziçi Üniversitesi’nde Programlı Hücre Ölümü ve Kanser İmmünolojisi Laboratuvarı’nı kurdum. Bilim insanı olarak ‘oda sıcaklığında 30 gün muhafaza edilen aşı taşıyıcı protein mikrokürecik teknolojisi’ buluşuna imza attık.
Boğaziçi Üniversitesi’nde 2009’dan bu yana sürdürülen proje kapsamında geliştirilen ‘ASC zerrecik/mikrokürecik aşı taşıyıcı’ teknolojisi, soğuk zincir standartlarından bağımsız olarak dünyanın her yerine aşıların bozulmadan gönderilmesini olanaklı hale getirdik. Buluş, ABD, Japonya, Avrupa ve Çin’den patent alarak, biyoteknoloji alanında Türkiye’nin 4 uluslararası bölgeden patentli ilk ve tek buluşu olma özelliğini de taşıyor”.
Son günlerde dünyanın gündemine oturan koronavirüs (CONVİD-19) salgınının önüne geçmek için tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de bilim insanları hastalığın tedavisinde etkili olacak ilâcı ve aşı geliştirmek için yoğun bir uğraşı içine girdiler. Türkiye’de bu hastalığa karşı aşı geliştirmek için çalışmakta olan on dört gruptan biri de Dobrucalı dilber Prof. Dr. Nesrin Özörendir. Bu konuda Özören, “Korona aşısı, Türkiye’nin tacının bir cevheri olsun” istiyor.
Bilimsel çalışmaların dışındaki hayatına da ilgi duyduğumuzu söyleyince, “Sporun hayatımda önemli yer kapladığını söyleyebilirim. Ortaokul ve lisede uzun mesafe koşularına katılırdım, üniversitede Aikido yaptım, siyah kuşak sahibi oldum. Yine üniversitedeyken Havacılık Kulübü’ne katıldım ve Türk Hava Kurumu başlangıç sertifikam var.
Halen haftada bir iki kez spor salonuna giderim, 3-4 kilometre yürüyüş yaparım. Kadınların sporu hayatına sokması şart, hem beden hem de ruh sağlığı için. Bilimde zorlandığım zamanlar Aikido’daki zorlu eğitimden feyz alıyorum. Bin kez düşersen bin 1 kez ayağa kalkman lazım’ diye konuştu.
Bu kısacık, ilginç ve başarılı hayatına tanık olduğum bilim kadınımızın yanından ayrılırken, kendisine sağlık ve başarılı çalışmalarının devamını diledim. Bulgaristanlı bir Türk kızının başarısı sanki benim başarımmış gibi mutlu oldum, gururla otobüs durağına doğru ilerledim.
YORUMLAR (İLK YORUMU SİZ YAZIN)