Prof. Dr. Hüseyin Mevsim 1907’nin eylül ayı başlarında, kadife yumuşaklığında bir günde, 30 yaşında, iki çocuk annesi ve birkaç yıl önce yayımladığı bir hikâye kitabı yazarı bir Bulgar kadın, kendisinden..
Prof. Dr. Hüseyin Mevsim
1907’nin eylül ayı başlarında, kadife yumuşaklığında bir günde, 30 yaşında, iki çocuk annesi ve birkaç yıl önce yayımladığı bir hikâye kitabı yazarı bir Bulgar kadın, kendisinden 18 yaş büyük olan diş hekimi kocasıyla iki doru atın çektiği faytonla Sofya Garı’na vardığında, ülkenin 60’ına merdiven dayayan efsanevi yazarı ve milli şairi elinde valiz ve başında fötr şapkasıyla onları bekliyordu.
Kadın yolcu, daha çok Mars takma soyadıyla bilinen Evgenia Bonçeva–Elmazova’dan başkası değildi. Kendisi 1877’de, Sofya yakınlarındaki Samokov [Çamurluova] Kasabası’nda, tüccar bir baba ve öğretmen bir annenin ailesinde dünyaya gelmişti. Çocukluğunda ailesi Sofya’ya taşınınca, ilk ve orta eğitimini ülkenin yeni yeni gelişen başkentinde tamamlamış, bu arada merak saldığı piyano çalmayı öğrenmişti. Bir ara babasının Sofya belediye başkanı muavinliği yaptığı Evgenia, Birinci Kız Lisesi’nden mezun olduktan sonra öğrenimine yurtdışında, Hırvatistan Zagreb’de devam etmek üzereyken, beklenmedik bir kararla nişanlanmış ve 18 yaşında, diş hekimi Dr. Mihail Elmazov ile hayatını birleştirmişti.
Evinin hanımlığına soyunan iki erkek çocuk annesi, edebiyata duyduğu yakın ilgiyi dizginleyememiş ve 1903 yılından başlayarak farklı dergi ve gazetelerde hikâye, uzun hikâye ve dram eserleri yayımlamaya başlamıştı.
Evgenia Mars’ın edebiyat uğraşlarının dönüm noktasını, 1905 yılında bir tesadüf sonucu, ülkenin en ünlü yazarı ve şairi İvan Vazov ile tanışması oluşturuyordu. İkili arasındaki yoğun mektuplaşma, karşılıklı ev ziyaretleri ve yurtdışı seyahatleriyle taçlanan sanatsal dostluk ilişkisi dedikoduları da beraberinde getirmiş, hatta Mars’ın bütün eserlerinin aslında o yazar tarafından kaleme alındığı söylentileri ayyuka çıkmıştı.
Gerçek şu ki, uzun yıllar yakın çevresinde bulunduğu ünlü edebiyat adamının yakın ilgisi ve desteğiyle Mars kalemini ve üslubunu geliştiriyor, sanat anlayışını derinleştiriyordu; burada bir yakınlık ve himayeden söz edilecekse, ancak hoca – talebe etkileşiminden, ustanın çırağa kol kanat germesinden söz edilmeliydi. Mars’ın Sofya’nın merkezindeki evinde düzenlediği Edebiyat Salonu’na dönemin önde gelen sanat insanları toplanıyor, piyano nameleri eşliğinde şiirler okunuyor, edebiyat konuşuluyordu. Haftanın her perşembe günü düzenlenen bu çay partilerinde en ayrıcalıklı konum ve koltuk büyük şaire ayrılıyordu.
Ardı ardına gelecek olan yıkıcı savaşlar milli mefkûreleri ve özel hayatları alt üst etmeden önce, Evgenia Mars bir yıl Viyana’da kalmış, çıktığı birkaç aylık İsviçre ve İtalya gezilerinde Avrupa’nın sadece havasını solumakla yetinmemiş, kültür ve sanatını da özümsemişti. Toplumcu etkinlikleriyle de ön plana çıkan Mars, Bulgar Kadın Yazarlar ve Bulgar Kadın Kültür ve Eğitim Derneği kurucuları arasında yer alacaktı. Genel olarak kadının hassas ve karmaşık iç dünyasının yansıtıldığı, bazen de toplumsal sorunların işlendiği hikâye kitapları ve Ulusal Tiyatro’da sahneye konan tiyatro eserleri sıralanacaktı.
Edebiyat ve sanat çevrelerinde olduğu gibi Sofya’nın dedikoduya teşne dar sosyetesi arasında dolaşan söylenti ve saldırılar ömrü boyunca Mars’ın yakasını bırakmayacaktı. Adı geçen şairin, vefatından önce yayımladığı lirik şiirlerin Evgenia Mars’a ithaf edildiği hemen su yüzüne çıkacak ve dedikodu kazanının ateşi daha da harlanacaktı. Ömrünün sonbaharında çeşitli hastalıklarla boğuşan Mars, 1945 yılında Sofya’da miyokarttan hayata gözlerini yumacaktı.
Seyahatin sona ermesinden bir ay sonra, Vazov’un ısrarıyla yazılan notlar, iki yıl sonra “Razhodka iz Tsarigrad. Pıtni belejki i vpeçatleniya” (İstanbul’a Seyahat. Yolculuk Notları ve İzlenimleri) başlığı altında “Lunna noşt” (Ay Gecesi, 1909) adlı hikâye kitabının ikinci bölümü olarak okurla buluşuyor.
Dokuz kısımdan oluşan eserin birincisinde Sofya’dan İstanbul’a trenle yapılan seyahat anlatılıyor. Öğle saatlerinde hareket eden tren gün boyu Bulgar topraklarını batıdan doğuya doğru kat ediyor; bir ara kompartımanda bohçalar açılıyor ve güzel şarap eşliğinde, İsviçre çikolatasıyla tatlandırılan yemek yeniyor, ancak üç yolcunun gözü ve gönlü daha çok pencereden akıp giden şirin tablolara kayıyor. Huşuyla adeta cennetten bir köşe olarak görülen memleketin güzelliği, bakir doğası ve bunun kıymetinin bilinmemesiyle ilgili sohbet yürütülüyor, geçilen köy ve kasabalar hakkında kısa not ve bilgiler aktarılıyor.
Akşam saatlerinde, o zaman Harmanlı civarından geçen Bulgar-Türk sınırına gelindiğinde birden algı değişiyor. Yolcuların yanlarında kaçar valiz taşıdıklarını ve bunların ne kadar ağır olduğunu bilmiyoruz, ancak özellikle kadın yazarın, zihninde taşıdığı basmakalıp önyargı tortularının ağırlığı altında ezildiğine tanıklık ediliyor. Öyle ki bu önyargılar bağlamında Türk sınırına gelindiğinde, özellikle de Türk toprağına girildiğinde birden sanki her şey keskin şekilde başkalaşıyor, zifiri karanlık çöküyor, tehlikelerle dolu bir dünyaya ayak basıldığı ürpertisiyle gözler ve gönüller kalın zırha bürünüyor.
Yetmedi, dillere kilit vuruluyor; diyeceksiniz ki iki ülkeyi ince ve soyut bir sınır çizgisi değil, ama sanki cennetle cehennem arasındaki kadar derin bir uçurum ayırıyor. Daha Sofya’da eş ve dostların yaptığı uyarılardan dolayı üç yolcu her adımda tehlikeyle burun buruna gelmeyi bekliyor, herkese hafiye ve düşman gözüyle bakılıyor. Trakya Ovası’nın verimli kara toprağının işlenmemişliği, kaderine terk edilmişliği ve saatlerce herhangi bir yerleşime rastlanmaması içlerini iyice karartıyor. Marmara’nın mavi dalgaları ve ebedi şehre yaklaşmanın verdiği heyecan ortak haletiruhiyeyi biraz canlandırsa da, Sirkeci Garı’ndaki formalite badireleri zaten diken üstünde duran Bulgar yolcuları gene tedirginliğe sevk ediyor. Nihayet Beyoğlu’nda bulunan ve bir Rum’un işlettiği d’Athens Palace Oteli’nin birinci katında iki odaya yerleşiliyor.
Seyahat notlarının geri kalan kısımlarında, burada geçirilen on gün boyunca sabahtan akşama kadar, yoğun bir koşuşturma içinde ziyaret edilen (veya edilemeyen) yer ve mekânların tasviri sunuluyor. Osmanlı payitahtı olan dünya şehrinin görülmeye değer bütün tarihi veya doğal noktaları dolaşılıyor. Boğaziçi’nden Sultanahmet Meydanı’na, Büyükada’dan Taksim’e, Kapalıçarşı’dan Ortaköy’e ve Galata’ya kadar ortalama bir yabancı ziyaretçinin dolaştığı ve gördüğü yerler görülüyor ve böylelikle çok yönlü ve zengin izlenimler ediniliyor.
Payitahtın genel tarihi ve kültürel mirasının yanı sıra, milliliğin zırhıyla kuşanmış üç Bulgar yolcu, kozmopolit şehirde özelde Bulgarlara ait manevi ve fiziki izleri de mutlaka görmeyi arzu ediyorlar; dolayısıyla seyahat notlarına Şişli’deki Evlogi Georgiev Bulgar Hastanesi ve Bulgar Ruhban Mektebi, Ortaköy’deki Bulgar Ekzarhlığı ve Fener’deki Demir Kilise gibi kurum ve kuruluşlar da yansıyor.
Bunun yanı sıra Evgenia Mars’ın yerele ve yerliye, yani Türklüğe ve Müslümanlığa ait mekân, merasim ve gelenekleri de es geçmediği görülüyor. Divanyolu’ndaki padişah türbeleri ziyaret ediliyor, Bulgar diplomatik temsilcisi İvan Geşov’un arabuluculuğuyla alınan özel izin sayesinde II. Abdülhamid’in Yıldız Hamidiye Camisi’ndeki Cuma selamlığı merasimi pürdikkat izleniyor, hatta göz göze gelinen padişahın portresi canlandırılıyor; son olarak da Galata Mevlevihanesi’nde semazenlerin gösterisindeki felsefe çözümlenmeye çalışılıyor.
Ziyaretlerden edindiği izlenimleri kâğıda dökerken Bulgar kadın yazarın sergilediği özgüven dikkat çekiyor. Seyahat notlarının birçok yerinde, gerek Osmanlı payitahtının tasvirinde, gerekse Türk hemcinslerin toplumdaki rolü ve vazifesinin değerlendirilmesinde bilmem kaçıncı kuşak Avrupa soylusuna has yüksekten kibirle bakma ve küçümseme tavrı göze çarpıyor; sürekli yapılan İstanbul–Sofya, burası ve orası karşılaştırmalarının da daima Bulgarların lehine olduğu görülüyor. Evgenia Mars, kendisinden iki yüzyıl önce Osmanlı coğrafyasını dolaşmış olan Lady Mary Montagu’nun Avrupalı kadın olma bilincini ve özgüvenini taşıyordur.
Haliç boyunu içeren gezide, yapımı 1898’de tamamlanarak ibadete açılan Demir Kilise’nin (Sveti Stefan Bulgar Ortodoks Kilisesi) ziyaretinden sonra, İstanbul’un Bizans döneminden kalma kara surlarına kadar gidilerek, belleklerde eski Bulgar tarihinden bazı sayfa ve olaylar canlandırılıyor. 9. ve 10. yüzyıl başlarında Krum ve Simeon adındaki Bulgar hükümdarların Bizans payitahtını ele geçirme amacıyla düzenledikleri kuşatmalar tarihsel romantizm kaynaklı coşkuyla yeniden yaşanıyor.
Aralarına Evgenia Mars’ı da dâhil edebileceğimiz bazı Bulgar yazarlar için İstanbul’u ziyaret etmek, milli tarihin uzak ve efsanevi geçmişine dalış için bir vesileye dönüşüyor. Bu dalış esnasında tarihle baş başa kalınıyor, atalar ve dedeler yargılanıyor ve zamanında, buna imkân varken, Bizans payitahtını ele geçirme hayalinin hayata geçirilememesinden dolayı hayıflanılıyor. Aynı zamanda tarihteki bu şanlı sayfalar milli onuru okşama yoluyla gurur kaynağına dönüşüyor.
20. yüzyılın hemen başında ziyaret ettiği Osmanlı payitahtını Bulgar kadın yazar Evgenia Mars durgun, solgun, yoğun kasvet ve hüzün saçan bir yer olarak görüyor. Hüznün kaynağını bazen şehrin gerçek sahipleri olarak görülen sokak köpekleri ve her adım başı karşınıza çıkarak ölümü çağrıştıran mezarlıklar oluşturuyor. İstanbul’u kasvetli ve yavan kılan bir başka etken, kültür ve sanat mekânları, park ve eğlence yerlerinden yoksun oluşunda yatıyor. Payitahtın üzerine çöken hüzün bulutlarının nedenleri arasında, koca İmparatorluğun içinde bulunduğu siyasi, iktisadi ve toplumsal statüko görülüyor. Mars’ın İstanbul’u hüzünlü ve iç karartıcı bir şehir olarak algılaması, esiri olduğu önyargılı yaklaşımı ve tarihi gerçekleri kabullenememesinde gizli olduğu da aşikâr.
Kadın tarafından kaleme alınan ilk Bulgarca seyahatnamenin İstanbul’u kapsıyor ve kastediyor olması tesadüf değildir. Evgenia Mars’ın, ustası ve hamisi İvan Vazov’un millilik etkisi altında kaleme aldığı eseri, sarsıcı hadise ve kırılma noktalarının, yani fırtına öncesi sessizliği arifesinde bulunan payitaht İstanbul hakkında sunduğu ve genelde gözlemlere dayanan artzamanlı ve eşzamanlı bilgilerle olduğu kadar, Balkan coğrafyası insanında psikolojik bariyerler yaratma ve önyargı biriktirme mekanizmalarının nasıl işlediğinin incelenmesi açısından da önem taşıdığı kuşku götürmüyor.
Evgenia Mars
Evgenia Mars’ın seyahat notlarının Türkçesi (Çeviri Hüseyin Mevsim, Kitap Yayınevi, 2019)
YORUMLAR (İLK YORUMU SİZ YAZIN)