Rumeliyi Keşfet

Gazinin Onuru

Kilitbahir’deki cepheye vardıklarında Mahmutla Molla Ahmetoğlu Mustafa aynı bölüğe düştüler. Eğri-derelilerden mangabaşı Nuri, ağabeyi ve kayınbiraderleri Mahmutla Ahmet de hep birlikteydiler. Savaşta ilk kurşunun atıldığı Kilitbahir’deki Mecidiye tabyasında girdiler ilk..

Gazinin Onuru

Kilitbahir’deki cepheye vardıklarında Mahmutla Molla Ahmetoğlu Mustafa aynı bölüğe düştüler. Eğri-derelilerden mangabaşı Nuri, ağabeyi ve kayınbiraderleri Mahmutla Ahmet de hep birlikteydiler. Savaşta ilk kurşunun atıldığı Kilitbahir’deki Mecidiye tabyasında girdiler ilk çatışmaya. Düşman donanmasından Türk cephesine gülle yağıyordu.

Osmanlı tabyalarındaki toplar İngiliz donmasının güçlü toplarının yanında yetersiz kalıyordu. Komutanlar var güçleriyle “Aferin evlâtlarım.

Tam isabetle ateş edin!” askeri cesaretlendirmeye çalışsalar da vaziyet vahimdi. Her güllenin düştüğü yerde askerler gökyüzüne fırlıyor, her ceset gökyüzünden kol, bacak, kelle olarak yağıyordu yere. Sıhhiyede görevlilerin yaralılara yetişmesi mümkün değildi. Bir gün süren savaş esnasında buraya dört bin beş yüzün üzerinde top mermisi düştüğü cehennemde mangabaşı Nuri, kayınbiraderleri Mahmut’la Ahmet de şehitlik mertebesine yükselmişlerdi. Hemşerilerinden Cebel’in Bezirgân köyünden Çakıroğlu Hüseyin ise yaralananlar arasındaydı. Bu çatışmalarda Molla Ahmetoğlu Mustafa ise iki bacağını kaybetti ve hemen Çakıroğlu Hüseyinle Kilitbahir yakınlarındaki Ağdere sargı yerine kaldırıldılar.

Bezirgânlı Çakıroğlu Hüseyin’i taburcu edip evine, Molla Ahmetoğlu Mustafa’nın ise te- davisinin devamı için vapurla İstan- bul’daki Lakatinye Hastanesi’ne gönderildiği haberini aldılar.

Göçlerli Molla Ahmetoğlu Mustafa Ağdere sargı yerine götürüldüğünde şuurunu tamamen kaybetmişti. Allah’tan arkadaşı kopan bacaklarını yerinden, fazla kan kaybı olmadan sımsıkı bağlamıştı. Kendine geldiğinde bacaklarının yerinde olmadığını görünce önce sarardı, sonra terledi ve hastabakıcının karşısında bayıldı, yatağına yığıldı kaldı. Hastabakıcı, doktor çağırmaya lüzum görmedi. Yüzüne bir avuç su attı. Tekrar ayılan Mustafacığın dünyası kararmıştı. En önemlisi bu yaralar- dan kurtulup yaşayacak mıydı?

Kendi kendine “Bu halimle bundan böyle yaşasam ne olur?” diye çok üzüldü, yaşama sevincini yitirdi.

Hasta bakıcılar, doktorlar buna ben- zer durumları anlatıp maneviyatının düzelmesi için bütün gayreti gösteriyorlardı. Gece gündüz gelen hastalar alınıyor, ölenler çıkarılıp bir yerlere defnediliyordu. Öyle bir yerdi ki, insan buraya ne düşsündü ne de böyle yerler eksik olsundu. Sargı yerinde çalışan

İstanbullu doktoru çok sevmişti Mustafa. Kendi aralarında artık rütbe kalkmış, biri hasta öbürü doktordu. Aralarında hemşerilik bağı giderek güçleniyordu. Doktorun ailesi 93 Harbi’nde Lofça’dan İstanbul’a göç etmişti. Doktor Mustafa’ya “Kırcaalılı”, Mustafa da doktora “Lofçalı” diye hitap etmeye başladılar. Doktor iki oğlunun da buralarda Gelibolu’da bir yerler de savaştığını anlatmıştı. Lofçalı hemşerisi doktorun burada yakın tanıdığı bir doktor arkadaşı daha vardı. Dünya tesadüflerle dolu işte…

Bir gün Yahya Çavuş’un mangasından çok sayıda yaralı getirildi. Doktorlar hastalara bakmaya yetişemiyorlardı. Bir ara Lofçalı doktor çok ağır durumda bir hastanın yarasından kurşunu çıkarmaya çalışırken, yaralı asker kâh ayılıyor, kâh bayılıyordu. Doktor kan ter içinde iki saat kadar bir zamandır başka hastaya bakamamıştı. Yeni hastalar sıraya konuyor, derhal müdahale edilmesi gerekse de hayli bekliyorlardı. Bir ara Lofçalı dok- torun arkadaşı bir çığlık attı.

Lofçalı’yı yeni hastaların yanına çağırdı. Doktora bir hasta göstererek:
“Bu oğlun Nahit değil mi?” diye üçüncü sıradaki yaralı askeri gösterdi. Lofçalı doktor arkadaşının gösterdiği hastaya baktı ve tekrar sedyede ameliyatını yapmakta olduğu yaralının başına döndü.

Doktor arkadaşı tuhaf tuhaf Lofçalı’ya baktı. Şaşkınlıkla:
“Oğlun bu! Niye bakıyorsun? Senin oğlun, tanıyamadın mı?”
“Tanımaz olur muyum muhterem!”
“Eeee, sen ne biçim babasın!? Oradaki senin oğlun değil mi? Neden hemen onunla ilgilenmiyorsun?”
Soğukkanlılıkla cevap veren doktor baba, meslektaşına:
“Burada savaşanların hepsi benim oğlum, ana-baba, evlâtlar arasında ayrım yapmaz sen de bilirsin” cevabını verdi.

Göçlerli Mustafa bu olayı gördüğünde hayrete düştü. İçinden “Allah’ım sen ne ulvî kullar yaratmışsın. Bak şu doktora bir kere, ne büyük vatanperver, ne büyük insan, ne kadar da âdil” diye düşündü.

Lofçalı doktor bir sabah Mustafa’nın yatağının yanına geldi. O gün vedalaşacaklarını söyledi. Mustafa’yı Hilâl-i Ahmer gemisiyle İstanbul’a gönderdiler.

Eceabat’tan Marmara Denizi’ne açılan gemide sadece hastalar vardı. Yüzlerce hastanın bulunduğu gemi sisli havada sakin denizde yol alırken, Mustafa yattığı sedyeden başını kaldırıp arada bir etrafına bakınıyordu. Önlerinde sis perdesi çekili, ufukta bir şey görünmüyor. Gemi suda ilerledikçe sis perdesinin aralığından kara parçası görünüyor. Memleketleri deniz boylarından olan askerlerden biri Mustafa’nın tuhaf tuhaf kara parçasına baktığını görünce:

“Hemşerum, niye bakaysun mandanın göle baktugu gibi? Her tarafi suylan çevrilü ha bu toprak parçasının adi adadir, ada. Bunlara bizim Kara Deniz’de de olsa rastlanır.” Diye açıklama yaptı, kol- unu dirseğinden kaybeden asker arkadaşı. Mustafa kendisine teşekkür etti. Sonra da aralarında koyu bir sohbet başladı ta İstanbul’a kadar.

Akşam üzere İstanbul Boğazı’na girdiler. Yenikapı sahilinde ve açıklarda yüzlerce tekne ve gemi: barçalar, mavnalar, filikalar, peremeler, ramdanlar, piyadeler. Kimi yük işinde, kimi insan taşımada cıvıl cıvıl bir hareketlilik oluşturuyordu. Yenikapı-Kumkapı üzerindeki ufukta göğü delercesine uzanan zarif, mızrağı andıran onlarca minare. Boğaz’ın iki yamacında üst üste binlerce binayı bir arada gören Mustafa şaştı kaldı. Duyulur duyulmaz dudaklarından, “Demek ki muhteşem Osmanlı’nın payitahtı burasıymış. Keşke sağlığımda gelip gezip görseydim. Şimdi bırakıverseler ne yaparım? Bu bacaksız halimle olduğum yerde kütük misali kalırım” cümleleri dökülüverdi birden. Sonra içine bir hüzün çöktü.

Hastalar iskeleye yanaşan gemi- den indirildiler. Mustafa’yı Lakatinye Hastanesi’ne götürdüler. Burada dört hafta tedavi gördükten sonra yaraları düzelen Mustafa’ artık bir kötürümdü. Askerî yetkililer Mustafa’nın memleketine gidebilecek hâli, buralarda sığınabilecek yeri, bakacak insanı olmadığından bir müddet Selimiye Kışlası’nda kalmasını uygun gördüler. Selimiye Kışlası da ayrı ihtişamdaydı. Binlerce askerin talim-terbiye gördüğü yer. Envaî çeşit silâh, top, çeşitlerinden tut da kütüphanesi, camisi, hastanesine kadar her hizmeti içinde barındıran devâsa bir mekân.

Selimiye Kışlası’nda talime alınan taşralı askerleri Boğaz’ın güzellikleri hayran bırakıyordu. Bir dönem Çanakkale ve diğer cephelere sevk edilmeden önce gönüllüler de buraya toplanıp ilk talimlerini alıyorlardı. Burada kaldıkları sürede haftada bir hamama gidiyorlar, birbirlerine kese atıp rahatlıyorlardı.

Mustafa’nın üç öğün yemeği yatağına geliyor, sırtında elbisesi değişiyor, haftada bir hamama çıkarılıyordu. Ama bu ömür boyu böyle devam etmezdi. Gün gelip içinden çıkılmaz düşüncelere dalıyordu. Elbette bu savaş bir gün sona erecekti. Ömür boyu da bu kışlada bırakılacak değildi. Ara sıra kendi istikbalini düşünmeden edemezdi tabiî. Zaman zaman “Zar zor bir gün trene binip memleketime varsam, köy yerde ne iş tutabilirim? Evlenmek istesem bu hâlimle kim kızını verir benim gibi bir kötürüme? Kaderde şehit, değil gazi olmak varmış. Alnımın akıyla köyüme döner, aileme sığınırım, lâkin bir gün annem de babam da hayata gözlerini yumduklarında kardeşlerim bana sahip çıkar mı?

Artık bir gazi olarak memleketime dönsem, Bulgar devleti gaziliğimi tanır mı?” gibi düşünceler başına üşüşünce, kendinden geçer gibi oluyordu. Bu duruma düştüğünden pişmanlık duymuyordu.

Mustafa bu feci kaza başından geçeli eve mektup yazmamış, hiç haber de göndermemişti. Buralarda, anavatanda kalsam, elbette ki devlet bir maaş bağlar, geçinir giderim diye günlerce düşünüp taşınıyordu.

O gün hamam günüydü. Öğleye yakın hazırlanması söylendi. Temiz elbiseler getirildi ve tekerlekli arabaya bindirilip hamama indirdiler. Kendi halinde bir köşecikte yıkanmaya başladı. Becerebildiği kadar keseleniyor, buğulanmış hamamın hücrelerinden yükselen seslere kulak veriyordu. İki kişinin konuştukları, onların köy meydanında, mescitteki konuşmalara ne kadar çok benziyordu. Benzemek bir yana, âdeta tıpatıptı. Sözü geçen kişiler tanıdık, yer adları aynıydı. Kendi kendine, “Olmaz canım, bizim köyden birilerinin burada olacak hali mi var?” diye söyleniyordu. Yan tarafındaki bölümde konuşulanları ciddî ciddî dinlemeye başladı. Yakın kasaba ve köylerden Mestanlı, Koşukavak, Çakmaklar, Bayramköy gibi yerlerin adını duyunca, daha fazla sabredemedi ve ellerine dayanarak yan taraftaki bölümde az önce dinlediği konuşmaları yapanlara:

“Sıhhatler olsun hemşerilerim!” diye seslendi. Yüzü duvara dönük olanı keseleyen, dönüp baktı. Yanlarına gelen, kötürümün biriydi. Adamın sesi Mustafa ağabeylerininkine ne de çok benziyordu. Mustafa keseleyene dikkatlice bakarken, duvara dönük olan da yüzünü çevirdi. Sıcak sudan peyda olan buğu birbirlerini çok açık göre- bilmelerini engelliyordu.

Her ikisi de bir ağızdan: “Sıhhatler olsun gardaş” dediler. Mustafa “Gardaş” sözünden bu iki kişinin kendi öz kardeşlerinden başkası olmadığını görünce, heyecandan düşüp, bayılmamak için kendini zor zaptetti. O an o sakat vücut bir yay misali yerinden fırladı ve kardeşlerinin üzerlerine atladı, ağlayarak, bağırırcasına çığlıklar kopararak:

“Âdemciğim, Hüseyinciğim guzularım benim. Sizi hangi yeller attı buralara! Allah’ım bu ne tesadüftür! Dünya o kadar mı küçükmüş?” diye onlara sarılıp kok- larken, iki kardeş ağabeylerinin bu haline şaşırıp kalmakla kalmadılar, onlar da oracıkta yığılıp, çocuklar gibi ağlamaya başladılar. Üç kardeşin bulunduğu hamam bölümünde bir velvele koptu ki, bu hazin buluşmayı hamamda duymayan kalmadı.

Hamamın bu bölümünde neler olduğunu merak edenler başlarına üşüştüler. Gördükleri üç kişiden oluşan bir yumak, birbirlerine kenetlenmişler; etraftakilerse neler olduğunu anlamak istiyor, bakışlarla birbirlerine soruyorlardı. O an, etraflarına toplananlardan habersiz, dünyayı unutmuş üç kardeş, dakikalarca birbirlerinden kopmadılar. Bir müddet sonra biraz kendilerini toparlayıp hal hatır sormaya başladılar. Mustafa etraflarına toplananlara tesadüfen iki kardeşiyle buluştuklarını açıkladı. Bu manzara karşısında kimsede dayanacak yürek kalmamıştı. Sonra tekrar kardeşlerine dönerek başından geçenleri kısaca anlattı. İlkönce annesinin, sonra babasının ve kardeşlerinin halini hatırını sordu. Köyden ayrılalı olup bitenlerden haber aldı. Kardeşlerinin onu bu halde görmesiyle yüreklerinin parçalandığının farkındaydı. Onları teselli etmek için:

“Siz benim bu halime üzülmeyin. Şimdilik eve de mektup yazıp haber göndermeyin. Savaş bu, ölüm de var, yaralanmakta, benim gibi sakat kalmak da var. Ne yapalım, takdiri ilâhî. Alın yazımda bu duruma düşmek de varmış. Her şey vatan için, vücudumun uzuvları bayrağımızın inmemesi, ezanımızın dinmemesi için helâl olsun.”

Bu sözleri söylemeyi lüzumlu gördü. Sonra kendilerinin neden burada olduklarını sordu. Kardeşleri de Romanya cephesinden doğruca bu- raya geldiklerini, buradan da hangi cepheye sevk ederlerse gideceklerini söylediler. Mustafa memleketiyle ilgili her şeyi merak ediyor, soruyordu. Hamamcıbaşı vaktin dolduğunu, hemen durulanıp çıkmalarını emretti. Birbirlerinden ayrılacaklardı. Haftaya Perşembe yine burada buluşmak üzere ayrıldılar.

Mustafa artık, perşembeyi iple çeker oldu. Yaşadığı feci olaydan ve bunca ayrılıktan sonra kardeşleriyle bir arada olmak ne güzel şeydi. Bu haliyle de olsa, böyle bir karşılaşmadan sonra mutluydu. İçi de gamdan kasvetten sıyrılmıştı. Sayılı gün çabuk geçti. Perşembe gün yine vaktinde hamama geldi. Bir an önce kardeşlerini görmek için sabırsızlanıyordu. Vakit ilerliyordu, iki kardeşten gelen yoktu. Öğleye kadar hamamda bekledi. Gelenler yıkanıp gidiyorlardı. Yetkililere sordu, araştırdı. Kardeşlerinin Kafkasya cephesine gittiğini öğrenince bir daha buluşamamanın acısı tekrar neşesini kaçırdı.

Günler gelip geçiyordu. Bacaklarının kesik yerlerinde acı sızı da kalmamıştı. İki koltuk değneği bulundu bir hayırsever subay tarafından Mustafa’ya. Biraz zor alıştı, ama zor zar dışarı çıkıp hava alıyor, onunla bununla sohbet ederek vakit geçiriyordu. Son günlerde içi biraz huzursuzdu. Bir baltaya sap olamamanın sıkıntısı vardı içinde. Burada hiçbir iş yapmadan kendisini beslemelerine de gönlü razı değildi. Öğle yaklaşmış, yine öğün vakti gelmişti. Son günlerde yediği içine sinmiyordu. İsteksiz halde yemekhaneye doğru ilerledi.

Aradan çok geçmemişti. Bir gün Mustafa’nın nasıl olduysa ortalıktan kaybolduğu anlaşıldı. Ve o günden sonra da ondan hiçbir haber alınmadı. Anlaşılan Mustafa Selimiye Kışlası’nda hiç emeği geçmeden dünyada hazırı yemeyi vicdanına kabul ettirmişti.

Mehmet Türker’in Beyaz Ölüm” kitabından

YORUMLAR (İLK YORUMU SİZ YAZIN)

ÜYE GİRİŞİ

KAYIT OL