Mimarisi, yıllar boyunca harmanlanan kültürü, doğası ve tarihiyle bir başka büyüler ya insanı Akdeniz. Bu güzel coğrafyanın bir parçası olan İspanya ise Akdeniz’in sönmeyen ateşi olarak bilinir tüm Dünya’da. Biz..
Mimarisi, yıllar boyunca harmanlanan kültürü, doğası ve tarihiyle bir başka büyüler ya insanı Akdeniz. Bu güzel coğrafyanın bir parçası olan İspanya ise Akdeniz’in sönmeyen ateşi olarak bilinir tüm Dünya’da. Biz de bir rüyaya dalıyoruz bu gezimizle… Kulaklarımızı flemenkosuyla, midemizi Valencialı paellası (pirincin safranla harmanlanarak pişirildiği genellikle deniz mahsülleri ile tüketilen ama orjinali tavuk ve tavşan eti ile yapılan ünlü bir yemek), Seville’deki tapasları (restorana göre değişen küçük porsiyonlu mezeler) ile şenlendirdiğimiz; gönlümüzü bir yanı Katalan ve İspanyol bir yanı Arap, biraz Çingene, biraz Avrupalı ama sıcacık insanlarıyla fetheden; bolca tarih, bolca Güneş ve tabi ki Akdeniz’i vaad eden, siesta ve fiestasıyla meşhur İspanya turumuza ilk olarak Barcelona ile başladık.
İspanya’nın gözbebeği, Dünya’nın hemen heryerinden gelmenin mümkün olduğu şehir… Ünlü Katalan mimar Antoni Gaudi, şehre damgasını vurmuş durumda. Sagrada Famillia (bitmeyen kilise), Parc Güell, Casa Mila, Casa Battlo ve daha pekçok göz aşinası olduğumuz eser sanatçıya ait. Ünlü cad-desi La Rambla’da salınmadan, aynı cadde üzerinde yer alan ünlü yerel marketi La Boqueria’da ayak üstü birbirinden leziz meyveleri ve deniz ürünlerini atıştırmadan, akşamüzeri şık restorantlarla dolu Placa Reial’de birşeyler içmeden, siesta zamanı Park Ciutedella’da dinlenmeden, en ünlü plajı Barcelonata’da denize girmeden dönmek olmaz. Şehrin batı kısmında yeralan Montjuic bölgesi minyatür köy Pablo İspanyol ve İspanya Sanat Tarihi Müzesi ile insanı mest ediyor.
Ayrıca akşamüzeri müzenin merdivenlerine oturarak hem günbatımını hem de hava karardığında sihirli çeşmedeki gösterileri izlemek mümkün. Dört gün ayırdığımız bu büyüleyici şehirde zamanın nasıl geçtiğini anlayamadık. Akın akın insanların geldiği, birçoğunun dilinden düşüremediği, en güzel filmlere sahne olan, Barselona ve üzerimizdeki etkisi ile tekrar yola çıkarak 3. en büyük şehir olan Valencia’ya vardık. Tarih boyunca birçok kez Türin nehrinin taşkınlarıyla mücadele etmiş yorgun bir şehir, burası. Fakat bu yorgunluğu tüm şehri çepeçevre saran ve bahsi geçen nehir yatağının üzerine kurulmuş muazzam parkta bertaraf etmek mümkün.
Burayı bizim için kıymetli kılan ise mimari açıdan da insanı büyüleyen Bilim ve Sanat kompleksi. İçerisinde bilim müzesi, opera ve sinema binası, Avrupa’nın en büyük akvaryumu ve botanik parkı bulunan bu bölüme muhakkak uğrayın ve hatta bir gününüzü burada geçirin derim. Eski şehir merkezini gezmek oldukça kolay ve kısa süreli olduğu için bir gününüzü de Dünyaca ünlü Malvarossa plajında dinlenerek geçirebilirsiniz.
Bilindiği üzere Barselona, Valencia ve Madrid, İspanya’nın turizme açılan kapıları. İspanya turuna çıkmadan önce her zamanki gibi hummalı bir hazırlık bizi bekliyordu. İspanya’yı ilk kez ziyaret eden birçok gezgin, keşfe bu iki kentten başlıyor. Ancak bence bu kentler, İber Yarımadası tarihinde sadece son birkaç yüzyılın önemli oyuncuları.
İspanya’nın, hatta belki de Avrupa’nın en büyük kültürel zenginlikleri kesinlikle Endülüs’te. Kıtanın Afrika’ya en yakın noktası olan Endülüs, tarih boyunca bir köprü görevini üstlenmiş. Verimli toprakları ve konumu sayesinde farklı kültürler Endülüs’te buluşmuş.
Avrupalı kavimler, İspanyollar ve İslam medeniyeti burada yaşarken Romalılar ve Yahudiler de bu topraklar- dan geçmiş. Ve en nihayetinde hepsi kendinden bir şey bırakmış. Kâğıt üstünde birbirinden çok uzak duran coğrafyalar ve kültürler bu topraklarda birbirine karışmış. Bugünkü İspanyol kültürü diye adlandırdığımız kavrama ait birçok özelliğin ilk tohumları da bu topraklarda atılmış. İşte bu sebeplerden dolayı, İspanya bizim için Endülüs’te başlıyor.
İlk şehrimiz binbir gece masallarından kalma, Granada. Onu bu kadar efsunlu kılan ise tabi ki Alhambra sarayı. Öyle bir saray ki cenneten bahçeleri, her bir sütunundaki muazzam işlemeleri, tarihi dokusu ve doğası ile büyüleyici. Endülüs Emevileri ile uzun yıllar süren ev sahipliği, bugün Granada sokaklarında kendini size her köşede hissettiriyor. Albaicin Mahallesi bunlardan en önemlisi. Granada içinde ayrı bir Dünya burası. Alhambra Sarayını karşıdan görebileceğiniz bir tepe üz- erinde kurulmuş bembeyaz bir mahalle. Arap döneminde Müslümanların, şimdilerde ise Yahudilerin yaşadığı bu bölgede ‘Carmenes’ isimli çok yüksek duvarlı, iç avlularında limondan nara, portakaldan asmaya meyve ağaçlarının yer aldığı, süs havuzlu, sevimli, bembeyaz evler… Mirador de San Nicolas (seyir noktası) adeta son vuruş gibi. Bat- maya başlayan Güneşle sarayın değiştirdiği renkler, yansımalar, kahverenginin birden kırmızıya dönmesi, Alhambra Sarayı’nı daha da ihtişamlı ve bu anı daha da ölümsüz kılıyor. Bir de bu ortama, Flamenko müziği ile dansı eşlik edince inanın, zamanı ne olur durdursunlar diyorsunuz… Gelelim alışverişe. Granada, bunun için de biçilmiş kaftan.
Deri çantalar, pabuçlar, rengarenk şallar, kaftanlar, mis kokulu baharatlar ve envayi çeşit hediyelik eşya bir anda sizi alıp geçmişe götürüyor. Velhasıl Emevilerden kalan bu eski pazaryeri, Alcéiceria da muhakkak görülmesi gereken yerlerden biri.
Granada, “daha iyisi olamaz artık” dedirtse de bu durum yaklaşık 3 saatlik bir karayolu sonunda Endülüs’ün kalbi Sevilla’yı görünce son buldu. Bu aşamadan sonra zamanı durdurmak mümkün olsa emin olun ki yapardık. Flemenko ateşinin ilk kez yandığı, her ne kadar sevmesem de İspanya’nın ünlü boğa güreşlerinin de ilk kez yapıldığı, ülkenin en büyük 4. şehrindeyiz. Şehir merkezindeki devasa parklar ilk dikkat çeken şey olsa gerek. Bunlardan biri olan Maria Luisa, oldukça görkemli ve biyoçeşitililik açısından muazzam.
Parkın ana giriş kapısında 1929 yılında İspanya-Amerika EXPO’su için yapılan Star Wars da dahil birçok filme set olmuş devasa La Plaza De Espana (İspanya Meydanı) da bulunmakta. Bu görkemli yapı, 16. Yüzyılda İspanya’nın dönemin en zengin ülkesi olduğunu göstermek için yapıldığı söyleniyor.
Aslında bu alanda pek çok önemli noktayı çok kısa sürede gezmek mümkün. Sevilla’nın bu kadar büyüleyici olmasını sağlayan Alcazar Sarayı da bu bölgede fakat hem saray yapıları hem de bahçeleri için bir gün ayırmakta fayda var. Burası zamanında emirin konukları ve elçileri karşıladığı oda.
Alcazar mimari anlamda Alhambra ile bir elmanın iki yarısı gibi. Nitekim Granada’da Nusayri döneminde Alhambra Sarayı yapılınca, bu sarayı görüp çok etkilenen 1. Pedro bir benzerini yapmak ister. Granada’dan ustalar getirtir ve Alcazar’ın inşaatına başlar. Şu günlerde Dünyaca ünlü dizi, Game of Thrones’a ev sahipliği yaparak ününe ün katan saray için giriş biletlerini yine önceden almak şart. İspanya, UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde çok sayıda eseri olan bir ülke.
Şehir merkezinde yer alan Kate-dral, Dünya’nın en büyük gotik mi- marideki eseri olarak listeye girmiş bulunmakta. Tüm bunların haricinde Sevilla’da görmeye değer yerler arasında Eiffel kulesinde uygulanan çelik konstrüksiyon sanatının zirveye taşındığı Al- lomilo Köprüsü, bir dönem Cervantes’in de hapis yattığı şimdilerde ise Denizcilik Müzesi olarak kullanılan, La Torre del Oro (Altın Kule), boğa güreşlerinin yapıldığı ve aynı zamanda müze olarak da kullanılan Plaza del Torrosde yer almaktadır. 4 gün ayırdığımız bu güzel şehir tam anlamıyla bizi bizden aldı.
Daracık sokaklarında kaybolduk, bir- birinden güzel tapaslarına ve flemenko gecelerine aşık bir şekilde bizi bekleyen son şehir, başkent Madrid’e doğru yola koyulduk. Dünya’nın en kalabalık 5. şehri ünvanını aldığından mı yoksa eşimin iş seyahatleri dönüşlerinde anlattıklarından mıdır bilinmez pek bir ön yargılıydım. Sabah erken saatlerde başladığımız gezimizde ilk durak Sol Meydanı. Metro durağından çıkar çıkmaz sizi şehrin sembolü olan “ayı ve tırmanmaya çalıştığı Madrona ağacı” karşılıyor. Kahvaltı için kafelerin, alışveriş için ünlü markalara ait mağazaların yer aldığı meydana bağlı yollar sizi Plaza Mayor ve hatta Kraliyet Sarayı’na kadar rahatlıkla ulaştırıyor.
Sarayın içinde bulunduğu Sabatini parkı da Don Kişot ve dostu Sancho Panza ile siesta yapabilmeniz için oldukça uygun. “Öğleden sonra 2 ile 4 arası yapılan bu pek mühim dinlenme molası için daha güzel bir park yok mu bu Madrid’de ?” derseniz. Rotanızı tam tersi istikamette, şehrin batı yakasında kalan El Retiro Park’a çevirmenizi öneririm. Park deyip de geçmeyin içinde kocaman bir Kristal Saray ve birçok kıymetli havuz ve çeşmeyi barındırıyor ki parka gelene kadar yol üzerinde Kibele anıtı, Neptün ve Apollo çeşmelerini görebilirsiniz. “Yediğin içtiğin senin olsun, bana gördüğün yerleri anlat.” dermiş büyüklerimiz ama İspanyolların ünlü tatlısı Churros’dan (bizde arife günü dağıtılan çöreğin çok benzeri ince uzun hamur tatlısı, sıcak çikolata ile servis ediliyor) bahsetmezsem olmaz. Onu da kesinlikle buradaki pastanelerde şiddetle yemenizi tavsiye ediyoruz.
Sibel Türker
YORUMLAR (İLK YORUMU SİZ YAZIN)